Yoğun gündem, el yakan sorular

14 Aralık 2017 Perşembe

Ülkenin gündemi çok yoğun. Sarraf davasında artık Erdoğan ve ailesinin isimleri geçiyor. Cumhurbaşkanı’nın Yunanistan gezisiyle Lozan tartışması yeniden açıldı. Görevden alma dalgasında, sıra CHP’li belediye başkanlarına geldi. Nihayet Kudüs ve yeniden hatırlanan Filistin sorunu... Yarın bunlar arka plana gidecek, yenileri gelip gündemi bir süre için işgal edecek, sonra onlar da...
Gündem böyle biteviye değişirken ülkenin orta ve uzun dönemini ilgilendiren kimi yakıcı sorular, bu hızlı gündemin gürültüsü, tozu dumanı, yarattığı türbülans içinde cevaplarını aramaya devam ediyorlar.

Dış ve iç dinamikler
NATO üyesi, AB üye adayı Türkiye’nin ittifaklarıyla ilişkilerinde sorunlar hızla birikiyor. Trump’ın Ulusal Güvenlik danışmanı Gen. McMaster bu durumu AKP’nin yükselişine bağlıyor, AKP’yi ve Katar’ı radikalizmi desteklemekle suçluyor. Türkiye’nin, NATO ve AB karşısında bir blok gibi çalışan Rusya-İran ittifakına yanaşmaya çalışmasının jeostratejik sonuçları neler olabilir? Suudi Arabistan, ABD ve İsrail ilişkilerine güvenerek, İran’la rekabetini sertleştirmeye devam eder, bu sertleşme askeri alanda çatışma üretmeye başlarsa, Türkiye’nin tavrı ne olacaktır? Bu sorulara başkalarını eklemek de olanaklıdır.
Dış dinamiklere ilişkin sorulara verilecek cevapları yakından etkileyecek, konjonktür izin verirse, belirleyebilecek iç siyasi dinamiklere ilişkin de benim aklıma hemen iki yakıcı soru geliyor.
Bu sorulardan biri, Türkiye toplumunun kültürel yapısında, yaşam tarzında adeta moleküler düzeyde, İslamcılaştırma yönünde, temel eğitim müfredatına, ilkokul çocuklarının evlerinin, daha genelde kadın-erkek ilişkilerine kadar nüfuz ederek yoluna devam eden dönüşümlere ilişkindir. Bu kültürel-kurumsal dönüşümlerin siyasi, ekonomik sonuçları yok mudur ki, muhalefeti oluşturan liberal ve sol akımlar, öncelikle ve çoğu zaman yalnızca, “ekonomik belirleyici” diye düşündükleri ilişkilere, devlet şiddetinin fiziki boyutuna odaklanmayı tercih ediyorlar. Bu kültürel dönüşümlerin sınıflar arası ilişkilerde, devlet ekonomi yönetim rejimlerinde yaratmakta olduğu, bir kez yerleştikten sonra değiştirilmesi son derecede zor olan etkileri, neden ısrarla tartışmaların, analizlerin dışında tutulmaya dikkat ediliyor? Halbuki bu dönüşümler beraberlerinde, bu dönüşümleri gerçekleştiren ekonomik, siyasi ilişkileri ve toplumsal güçleri yeniden üretecek (bu güçlere, ilişkilere özgün) bir “hakikat rejimini”, yeni bir beden-mekân kontrolü rejimini yerleştirmeye başlıyorlar. Bu rejimler, ülkedeki egemen “bilişsel haritayı”, özgürlük kavramlarına ilişkin söylemi, muhalefetin taleplerini hatta giderek önde gelen bireylerini dışlayan bir yönde yeniden şekillendiriyorlar.
İkinci grup yakıcı soru da, hızla yaklaşmakta olan seçimlere ilişkindir. Bu seçimlere, OHAL altında, AKP rejimine sadık bir YSK vesayetinde gidiyoruz. Geride bıraktığımız referandum sürecinde bu vesayetin sonuçlarını gördük. Bu kez başka bir sonuç elde etmeyi ümit edenler, neden-sonuç ilişkisine değil de mucize inancına (“haklıyız öyleyse kazanırız” filan) sığınmış olmuyorlar mı?
Dahası var! Gerek önceki haziran seçimlerinden, gerek referandum sonuçlarından ve sonraki Adalet Yürüyüşü pratiğinden AKP rejimi, muhalefetin saflarının dağınık, dikkatinin, enerjisinin ve iradesinin çok zayıf olduğunu öğrenmiştir. CHP’li belediye reislerini görevden alma girişimleri karşısındaki “direniş” de bu bilgiyi doğrulamaktadır. AKP rejimi seçimlere bu bilginin ışığında girecektir.
Tüm bunların pratikte yaratacağı sonuçları anımsatınca da, “seçimlerden başka bir seçeneğin olmadığını” biteviye vurgulamak, bu duruma bir çare midir? Geçmişte muhalefetin direncini felç ederek AKP projesini kolaylaştıran, “Yetmez ama Evet” tutumunu anımsatan ve yine bir AKP zaferini güvenceye alacak bu tutumun yerine, seçimlere OHAL altında ve AKP YSK’si vesayetinde gitmemenin yollarını önermek, tartışmak, aksi takdirde de susmak gerekmez mi?



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları