Olaylar Ve Görüşler

Prof. Dr. Seda Ünsar - İki Huntington ve Türkiye

25 Mart 2024 Pazartesi

Samuel P. Huntington 1965’te Siyasi Gelişme ve Siyasi Çürüme başlığıyla yayımladığı ve karşılaştırmalı analizlerin yer aldığı makalesinde, siyasi gelişmeyi modernleşme ve kurumsallaşma olarak ele alır. Huntington’a göre, bir ülkede siyasi kurumsallaşma, siyasi katılımdan önce olursa “siyasi gelişme”; siyasi katılım siyasi kurumsallaşmadan önce olursa, “siyasi çürüme” olur ve Demokrat Parti’yle başlayan kitlesel siyasi katılım, siyasi kurumsallaşma tamamlanmadan (devrim yerine oturmadan) yaşama geçtiği için Türkiye’de olan siyasi çürümedir.

MODERNLEŞME REFORMLARI

Huntington aynı makalede kurum yaratan kişinin bunu yapabilmek için kişisel iktidara muhtaç olduğunu fakat aynı zamanda kişisel iktidardan vazgeçmeden kurum yaratabilmeye olanak olmadığını anlatır. Huntington aşılması çok güç bu ikilemi ancak ender bir siyasi ustalıkla ender bir amaca bağlılık duygusunu kendinde birleştirebilen Atatürk’ün aştığını söyler. Huntington’a göre Atatürk, modernleşme reformları (Cumhuriyet Devrimi’nin birbirine ontolojik olarak bağlı bulunan adımları demek daha doğrudur) için gereken kişisel iktidarı kullanırken kendi ölümünden sonra devlet yönetimini devam ettirecek bir siyasal kurum yaratabildiği için çağımız modernleşmesine başarılı bir model oluşturmuştur. Huntington Atatürk’ün sıradışı ve tarihte eşine rastlanmayan başarısı için “Fakat taklit edilecek olsa da muhtemelen tekrar edilemez” der. 

Aslında Huntington’ın siyasi çürümeden kastettiği, İsmail Hakkı Tonguç’un “gerçek demokrasi yerine Amerika’nın sandık demokrasisini almak”tan kastettiğiyle aynıdır. Gerçek demokrasi siyasi gelişmedir; gerçek demokrasinin baltalanması anlamına gelen “sandık demokrasisi” ise siyasi çürümedir. Gerçek demokrasi, modernitenin ontolojik ve epistemolojik temelinden, yani anayasal/laik devletin ve evrensel insanlık değerlerine dayalı demokrasi kültürünün kurumsallaşmasından başka bir şey olmayan Cumhuriyet Devrimi’nin kök salmasıdır. Tonguç’a göre, devrimin kök salması, köylünün topraklandırılması, işçinin durumunun sağlama alınması ve halkın tamamının esaslı bir eğitimden geçirilerek aydınlatılmasıyla mümkündür. Yapısal, sınıfsal dönüşüm ve değişiklikleri tetiklemeden, devrimi halkla bütünleştirerek sağlamlaştıracak adımları atmadan, yani kurumsallaşmayı tamamlamadan, okuma yazması dahi olup olmamasıyla ilgilenmeden halkı demagojiyle serseme çevirip eline bir kâğıt parçası tutuşturarak sandığa attırmak, ancak, gerçek demokrasiyi uzun vadede imkânsız hale getiren bir siyasi çürümeye yol açar.

1940’lar, 50’ler, 60’lar, Batı akademisinin sosyal bilimlerinde hem Kemalist Devrim’in, A. Toynbee gibi Oryantalistlere kibirlerini kenara bıraktıracak kadar hayranlık uyandıran ekonomi politik ve ideolojik/ kültürel sıçrayışının anısı taze olduğu için, hem de bu yıllar sosyal bilimlerde modernizasyon teorisiyle çalkalandığı için, Cumhuriyet Devrimi’nden olumlu bahsedilen yıllardı. 1970’lerde popülerleşen sekülerleşme ve modernitenin eleştirisiyle birlikte gözden düşen modernizasyon teorisyenlerinin, aynı zamanda Oryantalist olmaktan kaynaklı yüzeysellikleri ile yanlış öngörüleri ne olursa olsun, Cumhuriyet Devrimi sosyal bilimlerde kendi özüne dönüş çabasını, kimliğini ve saygınlığını kabul ettirmişti. Bunda, dünyanın gözleri önünde, “Sevr ile ölmüş bir ulusu diriltmiş olan Atatürk”ün askeri ve politik bir deha olarak “tarihin kalbinde” oluşunun ve mazlum dünyaya emperyalizmle mücadelede önderlik edişinin rolü büyüktü.

‘MEDENİYETLER ÇATIŞMASI’

1990’lara gelindiğinde ise bambaşka bir tabloyla karşılaşırız. Aynı Huntington 1996’da Medeniyetler Çatışması adlı kitabında laik demokrasinin sadece Batı’ya uygun olduğunu, Müslümanların demokrasiyi beceremediğini, Türklerin de Atatürk’ten ve laiklikten vazgeçerek “ılımlı İslam” modelini benimsemesi gerektiğini anlatır. Soğuk Savaş boyunca İslami kimlik ve hareketlerin sosyalizm karşısında güçlendirilmesi Amerika’ya radikal İslam olarak dönünce, Soğuk Savaş sonrası dönemde (ki aslında Wallerstein’ın dediği gibi Soğuk Savaş bitmemiştir, farklı bir biçimde devam etmektedir) çare, kontrolü mümkün görülen hem de Amerikan emperyal düzenini devam ettirecek olan ılımlı İslam modeli olmuştu. 

Böylece alenen CIA masası şefliği de yapmış olan Graham E. Fuller, P. Henzer gibi isimler, Elizabeth H. Shakman, K. Robins, J. Esposito gibi sosyal bilimciler Oryantalizmin dayanılmaz hafifliğine yaslanarak Türkiye gerçekliğine ters, tarih dışı bir gerçekliği, kendi paradigmalarına oturtarak anlatmaya başlarlar. 

Herkesin bildiği üzere, Amerika kıtasına Avrupa’dan göç eden (beyaz) Avrupalılar, tarihte yerli halk katliamlarının yanı sıra, Afrika’dan getirilen (siyah) köleler üzerinde bir baskı düzeni kurmuşlardı. İşte, bu Amerikan tarihinin beyaz-siyah paradigması bir deli gömleği gibi Türkiye’ye geçirildi: Cumhuriyetle de Müslümanlar ve Kürtler (siyahiler), beyaz (Kemalist) Türkler tarafından ezilmişti. Artık Anadolu halkları bu zulmün dayattığı yapay kimliği reddedecek ve İslami özüne dönecekti. Türkiye’nin otoriteryen rejimindeki aksaklıklar, yanlışlar, eksiklikler bu şekilde ortadan kalkacak ve meşhur sivil vesayet böylelikle kurulacaktı. Tabii ki bu deli gömleğini Türkiye’ye giydirenlerin arasında Amerikan akademisi içinde konuşlanmış olan Fethullah Gülen hareketinin mensupları da vardı. Cumhuriyet Devrimi’ne Jakoben yakıştırması yapan, tarihi düzlemde İngilizci Prens Sabahattin devamı olan fakat iş Cumhuriyete numara vermeye gelince Fransa’nın kendine özgü tarihine öykünen ikinci cumhuriyetçiler, adı üstünde “Taraf”çılar, “Birikim”ciler, “yetmez ama evetçiler” ise deli gömleğinin Türkiye’de ikamet eden ucuydu. 

İşin ilginç bir tarafı da ülkenin içine düşürüldüğü durum kör olanın dahi görebileceği kadar ortadayken aynı sürecin işlemeye devam etmesi ve bunların bugün hâlâ akademide “Neden yetmez ama evet dediler?” diye konuşturuluyor olmasıdır. Bunları “bilimsel merak” adına konuşturanlar, hiç konuşamasalar da bütün dedikleri gerçek olan “Abdi İpekçi, Cavit Orhan Tütengil, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu neden öldürüldü” diye sormazlar. (Ola ki Hrant Dink’i soruyorlarsa da bu, Batı’nın hoşuna giden bir soru olması ve maalesef ki Ermeni kimliği üzerinden siyaset yapmanın getirdiği prim sebebiyledir).

‘ORGANİK ENTELEKTÜELLER’

“ ‘Satın alınabilir aydınlar’ özellikle ulus devlete geçiş aşamasının sancısını çeken toplumlarda, özellikle de Üçüncü Dünya ülkelerinde en çok rastlanılan metadırlar, borsa değerleri vardır; özellikle medyada, bürokraside ve siyaset sahnesinde boy gösterirler” der Necip Hablemitoğlu. A. Gramsci kapitalist uzlaşmayı sürdüren aydınları “organik entelektüeller” diye adlandırır. Türkiye’nin organik entellektüelleri, 70’ler, 80’ler, 90’lar ve 2000’ler itibarıyla tasfiye edilen aydın sınıfının yerini alarak Türkiye’deki sandık demokrasisi şeklinde kemikleşmekte olan siyasi çürümeyi, demokrasiyi bizzat tasfiye edecek hale getirmiştir. 

Bunları anlamlandırabilmek için hem Cumhuriyet Devrimi’nin en az 400 yıllık makroyapısal ve makrotarihi arka planını, hem karşıdevrim sürecini kritik bir gözle değerlendirmek gerekir.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları