24 Temmuz, Balbay, Özkan...
Sansür, 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’te kalktı. Üzerinden tam 102 yıl geçti. 1946’da kurulan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti de 1946’dan beri “24 Temmuz”u, “Gazeteciler Günü” “Basın bayramı” olarak kutluyor.
Basımevinin (matbaa) Alman Johann Gutenberg (1400-1468) tarafından bulunuşu, 1445 tarihine rastlar. Tüm Avrupa’ya 50 yıl içinde yayılır. Bunun etkisiyle de Avrupa’da kitaplar çıkar, gazeteler yayımlanır Rönesans ve Reform hareketleri gerçekleştirilir. Ortaçağ kapanır. Aydınlanma başlar. Yeniçağa adım atılır, bilime kapı açılır. Ne var ki basımevinin Osmanlı’ya gelişi 1727’yi bulur. Aradaki 300 yıla yakın süre, Osmanlı İmparatorluğu’nu duraklamaya, çöküşe, yıkılışa götüren dönem olur. Osmanlı dogmatik uykusunda uyur!
Oysa basımevi, yabancı misyonerler tarafından 15. yüzyılın sonlarında padişahın izniyle Türkçe kitap gazete basılmaması koşuluyla getirilmiştir. Avrupa’daki basımevleri de İstanbul’un fethi sonrası, haçlı seferi yapmak, asker toplamak için gazeteler basarak bize karşı kullanmışlardır. Bu imtiyaz Osmanlı Devleti tarafından yalnızca yabancılara sağlanmıştır. Tıpkı son yıllarda AB’ye girmek için AB’ye veriler ödünler gibi. Dışardan gelen paralara yüksek faiz verilmesi, vergi alınmaması gibi.
O AB ki, Atatürk resimlerinin okullardan indirilmesini, ulus devlet düşüncesinin programlardan çıkarılmasını isteyebiliyor. Kişi hak ve özgürlüklerini yalnızca belli bir grubun şikâyetleri karşısında savunuyor, gazetecilik mesleğini yapmaktan başka amacı olmadığına herkesin inandığı Mustafa Balbay, Tuncay Özkan ve başka gazetecilerin, tutuksuz yargılanma haklarını bile dile getirmiyor. 500 gün hapiste tutulmuş olmalarını hiç duymuyor, görmüyor.
AB’nin evrensel insan hak ve özgürlükleri konusunda çifte standart uygulaması, Türkiye’nin yüzünü Batı’dan artık geri çevirmesi anlamına gelmesin. Tam tersine iktidardaki tek partinin anayasal bütün erkleri eline geçirip korku imparatorluğu yaratarak Türkiye’yi bir eksen kaymasına doğru sürüklemesini durdurmak için daha da çok önem vermek gerektiği anlamına gelsin.
Türkiye AB hedefinden -ödün vermeden- bu evrensel yolculuğunu bir gün mutlaka tamamlayacaktır. Ama o gün AB’nin varlığı, önemi, işlevi belki de büyük önem yitirecektir.
Dolayısıyla 24 Temmuz 1908’de sansür kaldırılmış olsa bile, bugün sansür en ağır biçimiyle yöntem değiştirerek siyasal iktidarca ve onun ortaklarınca sürdürülüyor demek, bir gerçeği saptamak değil midir? Böyle bir ortamda “24 Temmuz” II. Abdülhamit sansürünün geri geldiğini düşündürtmüyor mu?
Osmanlı’da ilk özel gazete İngiliz William Churchill tarafından çıkarılır. Bir işadamı da olan bu kişi karakola düşer, İngiliz hükümeti devreye girer ve o işadamını kurtardığı gibi, ondan özür dilenmesini sağlar. Ardından devlet, o işadamını hoş tutmak için Türkçe gazete çıkarma imtiyazı verir ve 1840’ta “Ceride-i Havadis” çıkar. Ondan önce yalnızca bugünkü Resmi Gazete niteliğindeki “Takvim-i Vekayi” (1831) yayımlanmaktadır. Aslında yönetim kendi vatandaşına gazete çıkar, düşünceni yaz, demez. Dahası Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa başta olmak üzere gazeteciler, şair ve yazarlar gazete çıkardıkları, düşündüklerini yazdıkları için sürgüne gönderilmişlerdir.
Düşünceye saygı, kendi düşündüğü gibi olursa ödüllendiriliyor, farklıysa cezalandırılmıyor mu? Osmanlı’nın bu yanlışı, yazık ki 21. yüzyılda farklı bir biçimde günümüze de yansıyarak gazeteciyi ekonomik yönden baskı altında tutmak ya da sanal suçlar yaratarak hapse atmak biçiminde korunmuş olmuyor mu?
En Çok Okunan Haberler
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- İBB, Bilal Erdoğan dönemindeki taşınmazları geri aldı
- Erdoğan'dan flaş 'Suriyeliler' açıklaması
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- 'Onun ne olduğunu iyi biliyoruz'
- WhatsApp, Instagram ve Facebook'ta erişim sorunu!
- O ülke Suriye büyükelçiliğini açıyor!
- Hamaney 'Suriye' sessizliğini bozdu!
- Polis müdürlerine gözaltı: 'Cevheri Güven' ayrıntısı