Acı, yalnızlık ve şiirin çınarı; Hölderlin!
Yaşadığı çağda değeri anlaşılmamış, klasik çağın ve Romantizm’in en önemli temsilcilerinden biriydi şair Johann Christian Friedrich Hölderlin (20 Mart 1770 - 7 Haziran 1843). Lirik şiirlerin yanı sıra Menon’un Diotimaya’ya Ağıtı ile Ekmek ve Şarap, Hyperion ile Empedokles’in Ölümü gibi usta eserlerin yaratıcısıydı! İçindeki insanla insanlığını yitirmeden vedalaşmıştı. Mezara değil, kendi gerçeğine gömüldü. Annesinin baskısına, dostlarının ihanetine, hırslarına, sinikliğine, sevgisizliğine, karamsarlığına, umutsuzluğuna, başarısızlığına inat ne inancına ne de şiire ihanet etmeyerek kendini yalan dünyada gerçekleştirmiş olmanın huzuruyla sonsuzluğa ulaştı. Artık şiirleri gibi yaşamı da ölümsüzdü.
Yıllarca bilincin yitik yaşadın. Bilinçsizliğin üstü açık mezarında Tanrı’dan merhamet dileyerek umarsızlığın en saf haline ulaştın. Kendini insanların merhametsizliğine kalkansız / maskesiz bıraktın. Bilinçli bir insan olarak saflığının çıplaklığına dokunmak istiyorum.
Söyler misin kin duymadan, hayatın sadakasına ihtiyaç hissetmeden yaşamak nasıl bir özgürlüktür? Parçalanmış ruhunu tamamlayan yanlarımı görmeni istiyorum senden. Bilgileri, belgeleri, kitaplarını, şiirlerini kaldırıyorum masamdan.
Birbirimize kanıtlayacak şeylerin olmasını istemiyorum, ki senin bilinçsiz saflığına erişeyim. Hakkında aykırı uçlara savrulmayı göze almadan senin gerçeğine ulaşamayacağımın farkındayım.
Hakkındaki yanılgılarımı salt senin gerçeğine ulaşmak için gösterdiğim çabanın içtenliğine ver.
Ben oldum olası trajik yazgıları olan insanları kendime yakın buluyorum. Ruhum o insanlarının ruhunu yüksek sesle çağırıyor. Aylardır beynimde yankılanan sesin, düşüncelerimi esir alıyor. Tek bir şiir dizeni bile yazıma almamamın nedeni, duygu ve düşüncelerimi kaynak olarak gösterdiğim içindir.
İnsan yaşadıklarının eseri, yaşa(ya)madıklarının ise mezarıdır. Eserlerle hislerin çağı var mıdır? Belki bu yüzden eski / yeni kitap ayırımının karşısında oldum. İnsanlığa sırtını dönmeye benziyor esere eski olduğu için sırtını dönmek. İyi yapıtların yaşı olmaz tıpkı senin gibi.
Yazan her insanın hastalığıdır şöhrete ulaşma isteği. Şöhret aklının karanlığında kapını çaldı. Dönek şöhretti ben önüne çıkan her erkekle yatan bir kadına benzetiyorum. Tam da bu görüş açısı içerisinde seninle ilgili düşüncelerimi aklımın süzgecinden geçiriyorum.
Gerçekte var olan ama görülmeyene/ ulaşılmayana ulaşma arzusudur benimki. Adını bilenlerin ruhuna ulaştıklarını sanmasıdır görülmeden yaşamak. Koltuk yarışındakilerin insan ruhunun inceliklerinden ödleri kopuyor.
Başta annen olmak üzere kimse senin ruhunun inceliklerini algılamak istemedi. İnsanların çıkarı olmadığı kişileri anlama gibi bir kaygıları yoktur. Vaktinde gelmeyen ne mutluluğa ne adalete ne de şöhrete ihtiyaç duyuyor insan. Bu yüzden kış ortasında açan ağaçların çiçekleri heder oluyor.
Sen mutlu olmayı, sevmeyi, sevilmeyi… bekledin hayatın boyunca. Beklemek kadar insan ruhunu yiyip bitiren bir başka duygu yoktur hastalık dışında. Kendime “hayatını / eserlerini baştanbaşa kuşatan dinin ruhundaki rafine karşılığı nedir?” diye sordum ve sorular birbiri arkasından sökün etti:
“Neden terk edilmişlik duygusu ruhunu parçalıyordu? Duvarların arkasına sığınmak, çocukluğundan kalan bir hastalık mı yoksa korku muydu? Duygularını ifade etmekte niçin acizdin? Neden anneni memnun etmek istedikçe onu üzdün, kendini memnun etmek istedikçe anneni üzdüğünü algılaman hayatına mal oldu?
Sevgili Hölderlin, hayatını sorulara sığdırmak bana da adil gelmiyor ama sorular insanın kendisiyle kurduğu ilişkinin göbek bağıdır. Seninle soruların açtığı yolda yürürken bir dilim ekmek kadar mutluluğunu tattığımız çocukluk günlerimize gidelim istedim.
Bu yüzden mi ne yaşadıklarımız ne de acılarımız bizi doyurdu. Biz yarım yamalak mutluluk ile yarım yamalak mutsuzluğun ruhuyuz seninle. Ruhumuzun insana dair her duyguya ait olması şaşırtmıyor beni.
İnsan mutluluğun olmasa bile mutsuzluğun doyumuna varmalı. Biz insana ait her duygunun doyumunu fazlasıyla yaşadık. Bu yüzden bilincimiz/aklımız taşımakta kısır kaldı.
Sevgili Christian Friedrich Hölderlin, 20 Mart 1770'te, Laffen'de doğdun. Hayatın seninle pazarlık etmeye niyeti yoktu. Çocuk yüreğin başta baban olmak üzere sevdiklerinin ölümlerinden dolayı yasla tanıştı. Hayatın anlamı senin için yas tutmaktı.
Annen dine yönlendirdi seni. On dördünde parasız öğrenci olarak sırasıyla Denkendorf Manastır’ı, Maulbronn Manastır’ı ve Tübingen Vakıf Okulu’nda okudun. On dört yaşındaydın. Tam on yıl bir duvardan bir başka duvara mekik dokudun. Sen de duygularını içine gömerek kendi duygu manastırı yarattın.
Duygusallığı zayıflığının göstergesi olarak algılaman o yılların sana armağanıdır. İçe bastırılmışlığın güçlü bir iç gerilime neden olduğunu göremiyordun içinde.
KARŞIT DUYGULAR, HEGEL VE SCHELLING!
Sonraki yıllarda duygularının yönü dinin estetik deneyimleri üzerine yoğunlaştı. Karşıt duygular hayatını ele geçirince sen de karşıtlık üzerine kurdun şiir kuramını. İbranice, Yunanca, Latince öğrendin, Hegel ve Schelling ile uzun soluklu felsefe tartışmalarına giriştin.
Din mutlak boyun eğişi felsefe ise mutlak şüpheyi temsil ediyordu. İlahiyattaki yetkinliğin ruhunu huzura erdirmediği için anneni memnun etmek için yaptığın Protestan vaizliğinden ayrıldın.
Soruyorum sana: Ne dünyevi ne de ruhani hırsı olmayan ruhunun bir yurt edinmesi mümkün müydü? Sen de dünya ve ahret arasında bir köprü olan edebiyatı yurt edindin kendine. Daha okul yıllarında önce şiire sonra da Hyperion adını verdiğin romana başlamıştın.
Evrensellikle birlikte ölümsüzlük iksirinin tadına da çocukluk yıllarında bakmıştın. Çocuk yaşta gerçek dünyan olan anne/büyükannenin kollarından alınıp manastır soğukluğuna uzun yıllar itilmen sana gerçek dünyanın kapısını mühürlemişti.
İçindeki sessizlik hayatın boyunca bir gölge gibi peşinden dolaştı. Utangaç mizacın ile insanlara saygılı yaklaşımın seni tanıyanların belleklerinde iz bırakıyordu.
SEVGİ, DOSTLUK, ÖZGÜRLÜK, AHLAK!
Sarışındın ama yaşının üstündeki olgun davranışların esmerdi. Protestan rahibi olarak insanlarla kendi arana mütevazı bir mesafe koymaya özen gösteriyordun. Çünkü insanların kaba davranışları onlara olan güvenini yitirecek değin içinde ciddi hasarlara neden oluyordu.
Sen de benim gibi yaralarını sarmak için sık sık içine kapanıyordun. Kendini sürekli hor görmenin ruhunda yarattığı fırtınaların seni deliliğe götürdüğünü düşünüyorum ben.
Jena'da ve Frankfurt'ta özel öğretmenlik yaptın. Gururun vaizlikten ayrıldıktan sonra parayla özel öğretmenlik yapmanı içine sindirmiyordu. Düşkündün. Ölümsüzlüğe yalnızlığınla ereceğini biliyordun. Ruhunu yalnızlıkla tımar ettin.
İkimiz de çocuk bedenimize meydan okuyan yaşlı ruhlarımızla doğduk. Akılcı dünya bizim gibi ruhunu satmayanları çocukken fişliyor. Şu an dışlanmışlığımızla birbirimizi tamamlıyoruz. Birbirimize kendimiz kadar yakınız.
Schiller’in övdüğü "usluluğunu" ben içine akan akrebin tatlı zehri olarak algılıyorum. Bu tatlı zehir aldı bilincinin kontrolünü eline. Paraya biat ruhunda yoktu. Kendine saldıra saldıra ürkek, korkmuş, sinmiş bir insan oldun. Ne kendini takdir etmeyi ne de kendinle barışmayı öğrendin.
Başta annen olmak üzere kimse tarafından takdir edilmedin. Ruhun takdir edilmemenin insan ruhu üzerindeki tahribatının manzarasıyla doluydu. Güzellik ile saflık tutkundu. Ruhunun ışıltısı bir güneşti; zamansız battı. Baktığın her ayna kırılıyordu. Kırık aynalarda parçalanmış yüzünü görmekten yorgun düştün.
Görevdi senin için kutsal olanı aramak... Düşüncelerini didik didik etmeliydin kutsal saflığa erişmek için. Sözcüklerine ışık veren devrimi senden başka gören/ takdir eden yoktu. Bu uğurda ödediğin bedelleri gözün görmüyordu.
Hayatını kolaylaştıran her türlü konfordan elini çektin. Yazgını hayatın insafına bıraktın. Zayıf bedenin başı dik ruhunun eviydi. Berduş giysilerinin içinde ruhunla yaşadığın için özgürdün.
Ruhuyla yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu yaşadıklarımdan / ödediğim bedellerden biliyorum. Dünyadan elini eteğini çekersin. Dünya ile ne ortak duyguların ne ortak isteklerin ne de ortak tanıdıkların vardır. Yokluk sonsuz bir boşluk duygusunu uyandırıyor insanın içinde.
Böyle bir ruhu ancak edebiyatın cömertliği teselli edebilirdi. Sen de şiirin dünyamızdaki elçisiydin. Tanrı'na ulaşmak gibiydi sözcüklerine ulaşmak. Ruhundaki kutsallık şiirini de kuşatıyordu. Kutsal ruhunda barınan duyguyu / düşünceyi insanlıkla paylaştın. İnancın gereği veren el olmalıydın, alan değil.
Yüzeysel olanı dışlayarak gerçeğin şövalyesi olabilirdin. Kendi gerçeğinin alfabesinin başlangıcını kutsal ruh özgürlüğüne ulaşmak oluşturuyordu. İçindeki savaşın cephanesine sürekli silah taşımaya böyle başladın. Kendine güvenin yoktu. Şair değildin. Şiir yazamadığın için şiir denemeleri yazıyordun.
Başarının sendeki karşılığı annenin seni başarılı bulmasıydı. Şairliğin ile öğretmenliğini takdir etmiyordu annen. Onun hayali geleneklerinize uygun bir gelini elini öpmeye götürmen ve rahip kürsüsünden insanlara Tanrı’nın yolunu anlatmandı.
Annense umarsızca papazlık ile şairliği bir arada götürmene razı olmuştu. Anne olmak çocuğunun ruhunun da annesi olacağın anlamına gelmiyordu. Sorumluluk duygun ya papazlığı ya da şairliği tercih etmeni emrediyordu. Öğretmenlik ile şairlik geçimini sağlamakta yetersiz kaldığı için sık sık annenden yardım istiyordun.
Yenilgilerin silip süpürmüştü zafer ve gurur duygusunu içinden. Kendine inanman ünlü olmana bağlıydı. Sevgi, dostluk, özellikle de özgürlük gibi soyut kavramlar ile ahlaki tutumundaki o sarsılmaz kutsallıkla törenselliği kahramanlaştırdın şiirlerinde.
ACI, TANRI VE ŞİİR!
Acı gibi hayatın da soyuttu. Acı Tanrı’ya olan sarsılmaz inancının kök salmasını sağlıyordu içinde. Kaderinin, Tanrı’nın ve sözcüklerin karşısına soylu temiz ruhuyla çıkmalıydın sen. Bu yüzden aforizmalarındaki şiir bilim denemen kendinden sonraki şairler için şiirsel tine giriş kapısı olarak algılanıyor ve şiire karşıt varlıkların uyumu damgasını vuruyor.
Estetik aklın bünyesinde barındırdığı her tüm eylemi kapsayan şiirinde güzellik iyilik ve doğruluk… tek yumurta ikiziydi. Sana göre tinin felsefesi estetik felsefenin özüdür. Şiirin senin gibi Tanrı’ya ulaşarak ölümsüzlüğe erişmeliydi. Tanrı yolunda şiirlerinde sen de kibri bıraktın.
Antik konulara özellikle de Yunan mitolojisine olan düşkündün. Senin sanatçı dehanı inandıklarına kendini adayışındaki saflıkta aramak gerekiyor. Şairliğini de en yüksek mertebeye taşıyan bilgi değil, ruhunu yüceltmek adına çektiğin acılar ile ödediğin bedellerdir. Kutsallık coşkun, elinin dokunduğu gözünün gördüğün her şeyi kutsallaştırıyordu.
Irmakları, börtüyü böceği dağı taşı kahramanlaştırmayı seviyordun. Bir parçası olmamak için ruhunu teslim etmediğin akılcı dünyanın gerçeklerinin resmini çiziyordun sözcüklerin tuvaline. Kendi özelini yansıtman hoşuma gidiyor benim.
Tanrı gibi senin de yaratıcı coşkun ölümsüzdü. Parçalanmış ruhunun tamamladığını hissettiğin anlardı yaratıcılığın zirveye çıktığın. Hüznünün derinliklerinde karamsarlıktan çok yazgısına boyun eğmenin kısır bir döngüye dönüştürdüğü huzur hâkimdi.
Duyguların sıcak olduğu kadar berraktı da. Şiire aşırı kırılgan, aşırı duygusal sözcüklerle başlamıyordun. Duygu yoğunluğunu sisli bir havaya benzetiyordun. Şair sisli havada önünü göremediği için şiirdeki gerekli manevraları da yapamaz. Ne duygular ne özgürlük ne de bastırılmışlık… baskın değildi şiirinde. Sözcüklerin de dua gibi Tanrı’nın sesidir.
Şiirde dilin sadeliğine özen gösteriyordun. Şiir ne kendini kazanmak için mücadele etmeli ne de kendisini kaybetme korkusu yaşamalıdır.
Goethe ve Schiller’le tanıştın. Schiller’i yitirdiğin babanın yerine koydun. Hyperion çalışmanı Schiller ile Goethe’ye gösterdin. Ağızlarından beklediğin övgünün çıkmaması içten içe kemirdi seni. Vücudunun değil, ruhunun derisi yoktu. Gergin duyarlılığın tozdan nem kapıyordu. Şiir yurdun kutsallıksa yaşama nedenindi.
Hastalığının adı hayatla barışmamaktı. Hastalığın hayatın kahraman yanlarını aramaya itti seni. Felsefeye yöneldiğin dönemler yaşın gereği ne ruh dünyan ne de düşünce dünyan aydınlanmamıştı. Yani tam bir aydın değildin içinde. Ruhuna kozası dışına çıkmayan dogmatik iraden hâkimdi. İradeni ayakta tutan sana doğru yolu gösteren sezgilerinin seni terk etmesi felaketin oldu.
Dünyan meteorlardan oluşuyordu. Duyguların tıpkı gökyüzünde düşen cisimler gibi başka başka cisimlerin çekim alanlarına yöneliyordu sık sık. Şiirlerinde dostluğu, insanlığı, uyumu ve doğayı işledin. Şiirlerinde de duygunun/düşüncenin/ yaratmanın/ sevmenin/ sevilmenin varoluş felsefesini aratmıyordu.
Sana göre aslolan şiirde yaratının özüdür. Bu öz ne kadar güçlüyse şairi de o kadar kalıcı düşüncenin arayışına itiyor. Şiir bilinçli oluşturulan bir sistemdir. Yeni her şiir kendi sistemini kurmakta ne kadar mahirse sürekliliğini sağlamakta da o kadar mahirdir.
Şiirin bel kemiği şiirin yapısıdır. Sistem doğru kurulursa gerçek şiire eriş de o kadar kolay olur. Şair ulaşmak istediği doyuma ulaşmanın yolunu bilmelidir. Senin gibi ne yapmak, istediğini doğru kavrayan şair sözcükleri yerli yerinde kullanmakta ikirciklik yaşamaz.
Şair duygularını canlı tutmasını, olayları/ yaşadıklarını doğru kavramalı ki, yaşadıklarını şiirleştirebilsin.
Tökezlediğinde yardımını esirgemedi Schiller senden. Sana iş eserin içinse yayınevi buldu. Kendine verdiğin tahribatı yarıya indirgemek için iç taşkınlığını dizginlemek istemesini doğru algılamadığın için kırıldın ona.
KAVUŞAMADIĞI AŞKI SUSANNE!
1798-1801 dönemi yaratıcılığının zirvesine çıkmıştın. Lirik şiirlerin yanı sıra Menon’un Diotimaya’ya Ağıtı ile Ekmek ve Şarap gibi eserlerini kaleme aldın çünkü Susanne Gontard’la tanışmıştın Frankfurt’ta. Onun sayesinde ellerini boğazının üstünden çektin. Rahat bir nefes aldın. Diğer erkekler gibi tam bir erkek olduğunu algıladın huzursuz ruhun huzura erdi.
Onda annende doyamadığın sevgiye doydun. Seni takdir etmek için başarıyı belgelere indirgemedi. Yargılanmadığın bu yürekte dostluğu buldun. Ne ağaran saçlarından ne de bakımsız giysilerinden rahatsız oldu. Yaşamadıklarının adresi oldu ve sevginin tandırını yaktı ateşiyle. Gülmeyi öğrendin.
Ona antik yazarların varlığını kabul ettiği felsefede bilgiyi taşıyan ilk kadın filozof olduğu varsayılan Diotima olarak sesledin. Diotima’nın adı bir tragedya yazarı olan Platon’un Şölen diyalogunda geçiyor. Sevmek ve sevilmenin iksirinden içtin kana kana. Ermeyi hayal edemediğin mutluluğun doruk tepesiydin. Anlaşılmıştın. Kendine olan nefretini söküp atmıştın içinden.
Sevilmek duygusu, hayattın senden esirgediklerinin sana cömertçe sunulmasıydı. Sonsuz huzur içinde ruhunu sevgiline teslim etmiştin. Ders verdiğin çocuğun annesi olan Susanne Gontard içindeki saflığıyla seni kendine hayran bırakan kadındı.
Sevdiğin kadın ruhunun yeraltı haritasını eline veren Diotima’ndır senin. Onu hayattan önceki büyülü bir varoluşun kız kardeşi olarak selamladın şiirinde. Gerçek hayatta kavuşamayacağınızı biliyordun onunla. Bu yüzden senden önce yaşayıp bitmiş zamanlarda yitirdiklerinin yerine koyduğun kız kardeşin ya da karın olmuştu senin.
Ruhunu aşırı sevilme ihtiyacın ile hayallerinin gerçekleşmediğine duyumsadığın aşırı nefret duygusu parçalamıştı. Paramparça olmuş ruhların güneşi doğarken de batarken de gölgeleri olmaz ki, lime lime yaksın ruhu.
Aşkın günışığına çıktığında ne kendini ne de aşık olduğun kadını erkekçe savunmadın. Korkak bir aşk hırsızı gibi evden kovdular seni. Âşık olduğun evli kadınını iffeti kirletilmiş bir halde kocasının ve toplumun baskısına emanet ettin.
Dedim ya ne tam bir erkek ne de tam bir aydındın. Ruhunu parçaladıktan sonra kaderine teslim ettiğin kadınına yazdığın aşk mektuplarıyla ulaşmaya çalıştın. Hayatın sana sunduğu bir kereliğe özgü mutluluk şansına da böyle veda ettin.
Oysa kadınını sahiplenmek kocasının değil, senin sorumluluğundaydı. Onunla evlenmeliydin. Hüznün/aşağılanmanın/ihanetin kefenine sardığın kadın senin aksine duygularına mertçe ödediği bedellerle sahip çıktı. Bu soylu/ cesur kadının karşısında aşkının bir köpeğin önüne atılan kemikten farkı yoktu. Şiirin dışında ne aşka ne de sevilmeye adadın kendini.
Susanne Gontard’a aşık olmuştun olmasına ama bir kadın için riski göze alacak yürek yoktu sende. Sen ki hayatın boyunca sorumluluklardan kaçmıştın. Ekmeğini kazanıp şiir yazıp kutsal olana ulaşarak kendini kendi gözünde kahramanlaştırmak istiyordun. Asıl aşkın buydu.
Sevgilinin sevgisi bile yüreğindeki vahşi sevgisizliği bütün bütün ortadan kaldırmamış, sadece yumuşatmıştı. Senin ruhun gökyüzüne aitti yeryüzüne değil. Şerefsiz, kirletilmiş hissediyordun kendini. Kadınını yüz üstü bırakan kalbin ümitsiz ve amaçsızdı. Kutsal olana daha sıkı sarıldın. Yüreğinden hüzünlü bir düş gibi konuk ettiğin Susanne Gontard geçti.
Soruyorum sana: “Sahip olduklarını kaybetmekteki ustalığını hayata mı yoksa annene mi borçlusun? İnsanlarla ne kederde ne de mutlulukta da eşit şarlara sahiptin. Kaybetmeyi acılarının sayısını çoğaltacağını düşündüğün için kazanç sayıyordun.
Kaybetmiştin yaşam iksirlerin olan Schiller ile Diotima’nı. Yazgının zehrini içtin. Adın gibi yazgın da yürüyen ıstıraptı. Şiirlerinin ayaklarına kapandın ve şiirde şair efsanesini işledin. Sana göre Tanrı’ya ulaştıkları için gökyüzünde mutluydu ölenler. Beyhudeliğe kendilerini kaptıranlarsa yeryüzünde yaşayanlardı.
ŞAİR PAPAZIN KUTSALLARI!
Tanrı’ya kavuşmadığın için yalnızdın. İnsanın varlığını sürdürebilmesi için tanrısal olana, tanrısal olanın da hakikatini sürdürebilmesi için senin gibi insanlara ihtiyacı vardı. Bu yüzden şairlik ile papazlığı birebir eşitliyordun. Şiir de kutsal kitaplar gibi aracıydı Tanrı ve kul arasında. Edebiyat da Tanrı’nın katında din öğretileri kadar önemliydi. Sözün gücü ayetin gücünden üstündü çoğu kez.
Şair, Tanrı’ya seslendiği şiiriyle Tanrı’nın ölümsüzlüğünü kutsuyordu. Şiirin büyülü gücü Tanrı’ya inananların sayısını çoğaltıyordu. Bir bakıma her şiir tıpkı şarap ve ekmek gibi kutsaldı. Yüreğindeki kutsal coşkuyu anlamasını bekliyordun Goethe ve Schiller’den. Schiller tarafından anlaşılmamak senin için ölümle eşdeğerdi.
Hyperion’da gözü kara bir çocuğun sınır tanımayan hayalperest coşkusunu sezgi duyarlılığıyla taçlandırmıştın. Romanda kişisel dünyanın dışına çıkmıştın. Lirik bir söyleyişle bireyin iç /dış dünyasındaki zıtların çiftleşmesinden doğan güzelliğin bireyin idealini gerçekleştirmesindeki rolünü anlatıyordun.
Romanın, sezgilerinin sözcükleriyle çalınan bir müzik aleti gibiydi. İzleyici salt romanını okumuyordu. Hayatının filmini sözcüklerin sahnesinde izliyordu. Sözcüklerin mükemmel ritmi okuyucuyu kendisine esir ediyordu. Coşkunla okuyucuyu sanat ile hayatın en zayıf en temiz en masum göklerine uçuruyordun.
Doğa düşünürlerinin temel öğe (arkhe) olarak belirlediği, su, ateş, havaya ve topraktır. Senin şiirinde ise toprak eksikti. Bu dörtlü doğanın kusursuz birleşecekleri tek mekândır. Sözcüklerin ateşin çocuğuydu. Hava hem hafifti hem de su gibi berraktı şiirlerinde. Vatanızdır şiirlerin su, hava ve ateş gibi. Birebir yaşantının katı kurallarına budan sadık kalmadılar.
Şiirlerin huzursuz bir ruhunun anlık duygu parıltıları ile anlık duygu karanlıklarına gebeydi. Sözcükleri yeni söyleyiş biçimlerine gebe bırakmayı sevdiğin için sadece duyguyla hissedilebilen - duyguların peşinden giderek yazdın - göklerin şiirlerini.
Ateşin dansına kaldırdığın şiirin dumanının gökyüzüne ulaşması tesadüf değil. Sen zaten tesadüflere değil, kaderine boyun eğmeyi yeğliyorsun. Kendi dünyandan kendine seslendiğin için özgünsün. Şiirde bireysellikle arana mesafe koyuyorsun; çünkü duyguların coşkusuyla gökyüzüne uçurduğun sözcüklerin kanlı canlı bir ruh olarak tekrar dünyaya dönmesini istiyordun.
Duyguların cinsiyetin değil, meleklerin kutsal şiirlerini yazıyor ki, insan ruhu senin gibi saf huzura ersin.
Birer başyapıt olan Empedokles’in Ölümü ile Hyperion’da yüce kutsallığın en üst katmanından sesleniyorsun bize. Empedokles’in Ölümü yazgına boyun eğişinin destanı değil; yazgını arayışının trajedisidir. Hüznünün renkleri hayatının yönü gibi değişiyor bu eserinde. Hyperion’daki hüznün tıpkı sabahın güne göz kıptığı kızıl sis gibidir. Aynı hüzün Empedokles’te yazgın gibi kapkaradır.
Empedokles’te kaderinin yükselişten inişe geçtiği dönemleri anlatıyorsun. Romanında ise gençlik yıllarının hayalperestliğinden seni asil hayatın saflık katına yükseltmesini istiyorsun. Empedokles’te büyülü rüyalardan/ beklentilerden vazgeçip yaşadıklarına yakışır kutsal bir kahraman, bir bilge gibi ruhunun güzelliği bozulmamışken gönüllü bir ölümü arzuluyorsun.
Okuyucu senin evrenle mistik bağının yükseliş/ batışını sezişindeki dehana tanıklık ediyor.
Empedokles’te kendini, gerçeği sınama cesaretini kahramanlık katına çıkartarak ödüllendiriyorsun. İdeallerini gerçekleştirdiğin Empedokles’in Ölümü düşüncelerini ölümsüzleştirdiğin tragedyandır senin.
Sicilyalı tarihi bir kişilik olan Empedokles’in (M.Ö. 490-435) yüzyılda yaşadığı tahmin ediliyor. Bir Yunan kolonisi olan Agrigentum kentinin yurttaşı olan bu tarihi kişiliğin birçok sıfatı var. Goethe’nin Faust’u gibi büyücüdür, şairdir, filozoftur ve senin gibi de rahiptir. Empedokles’e seni çeken senin kadar tek yanlı varlığın düşmanı olmasının yanı sıra senin kadar hayattan/ insanlardan şikâyetçi olmasıdır.
Senin gibi ihtiyacı olanların yanında Tanrı kadar her yerde samimi bir kalbe hazır nazır bulunmaması ve de Tanrı kadar insanları eşit bir biçimde sevip insanlarla birlikte sonsuza dek yaşamak istemediği için seni anlayacak tek kişilik olduğuna inandın onun.
Bu yüzden eserine adını vermekle kalmadın ona kimseye açmadığın duygularını açtın ve duygularının cömertliğiyle onu öyle yücelttin ki, düşüncelerinin büyücü gücü, yaratıcılığına meydan okuyan bir bilge yarattın ondan. Eserindeki sözcükleri hem benliğinin en yüksek heyecanıyla ödüllendirdin hem de birbirini coşkusuyla tamamlayan heyecana sahip depresyonla tek tek birbirinden ayıkladın.
Gerilimi /heyecanı/ coşkuyu/ depresyonu yüksek olan eseri bitirdiğin de kendini de tüketmiştin. Varlığına anlam katan başta Tanrı’nın lütfü olmak üzere içinde hayat belirtisi barındıran en küçük bir duygu kıvılcımı kalmamıştı içinde. Bu yüzden Empedokles’te değişiminin ve kendine dönüşünü doya doya yaşadın.
İlk kez hüznü bu eserde bilgiye dönüştürüyordun. Gerçek yalnızlığa ulaşmak için insanları aşman gerektiğini algıladın. Ölüme gidişin hayatı aşmakla mümkün olacağını biliyordun artık. Gökyüzünün eserini yazan sen, antik dünyayı ruhunun tutkulu iradesi sayesinde hakikatleştirerek Alman edebiyatını dâhisi yapmıştın farkında olmadan kendini.
Eserlerin ne özlemini duyumsadığın şöhrete ne de annene el açmaktan kurtarmıştı seni. Sonbahar yaprakları gibi sararan duyguların içine düşüyordu birer birer. Bu öyle bir hayal kırıklığıydı ki, Schiller bile yapıtlarını ölümsüz bulmuyor sadece tek bir şiirini yıllığına alarak seni ödüllendiriyordu. İnsanlar değil ama Tanrı reva gördüğü acılarla seni ne kadar ciddiye aldığını sana kanıtlıyordu.
Yorgun sinirlerinin demir hücresine çekilmesinin zamanı gelmişti. Yalnızlığın hayaleti etrafında değil, içinde konuşuyordu. Sevdiklerin tarafından sevilmemiştin. Sevilmemiş olmanın diyetini ödemeliydin hayata. Delirerek ne baharları ne de kışları bilinçli olarak karşılamamaya yemin ettin.
Ruhunun güneşi battığı için üşüyordun. Uzun süre bilincinin karanlığına boyun eğmemek için didindin. Direncini yitirdiğin için onu da kabullendin sessizce. Yaşamadıklarının öcü yaşamadıkların kadar incitmeliydi insanı.
Sen bu incinmişlik duygusu içinde son kez Schiller’e mektup yazarak yardım istedin ondan. Scardanelli’nin (kendine bu adla sesleniyordun.) Beklediği yardım ölüm gibi kapını çalmadı. Gergin sinirlerinden dolayı insanlar senden kaçıyordu. Bir süreliğine annene sığındın. Hastanede yattın. Sonunda bir marangoz ustasının evine yerleştin.
Şiirin bu büyük ustası artık kimsesizdi. Yılar yavaş yavaş saldırganlığını uyuşturdu eski çocuk ruhlu haline geri döndüğünü sana düşündüren günleri yaşattı. Vücuduna/ ruhuna hiç tanımadığın bir yabancının vücudu/ ruhuymuş gibi kayıtsızca bakıyordun. Ruhunu kanatmadan yıllarca kendi cenazeni sırtında taşıyacak kadar cesurdun.
Akılcı dünya gücünü kanıtlamıştı sana. Yıllar sonra kimse kayıp hayatını değil ama görmezden geldiği Hyperion ile Empedokles’in Ölümü eserlerine yüreklerini açtı. Geç kapını çalan şöhret tıpkı Diotiman gibi senden önce yaşamış ve yaşam serüvenini noktalamış Hölderlin’in şöhretiydi.
Piyano, şiir ille de kendi kendine yüksek sesle okuduğun ilahilerdi hayatının anlamı. Akıl karanlığının sığınaklarıydı ses ve ritim. O dönemde yazdığın şiirler tamamen sana özgüydü ve tepeden tırnağa şiirdi yazdıkların. Sonunda o yarım yamalak yaşadığın çocukluğuna geri dönmüştün aklının karanlığında.
Ölmeden özgür kılmıştın kendini. İnsanların düşünceleri ilgilendirmiyordu seni. Dünyanın hükmü sökmüyordu tıpkı senin gibi mezardakilere.
Senin bilgi duygu sezgi birikiminin Jena döneme damgasını vuran filozoflardan eksiği yoktu. Onlar gibi şöhretli olmamanın nedeni sevgisizliğin, dışlanmışlığın, başarısızlığın ille de kutsal olana duyumsadığın özlemdi. Hayatının grameri acı ve mutluluğu özlemekti.
Evet, yaşadığın çağda değerin anlaşılmamıştı senin. Sen de ruhunun müziğini Tanrı katında çalmak için ayrıldın dünyadan. Kaderini kutsallaştırma görevini eserlerin üstlendi. Tutkulu ruhun Tanrı’nın lütfuna ermişti. İçindeki insanla insanlığını yitirmeden vedalaşmıştın.
Artık, Schiller’in değil, meleklerin övgüsüne ihtiyacın vardı. Mezara değil, kendi gerçeğine gömüldün. Annenin baskısına, dostlarının ihanetine, hırslarına, sinikliğine, sevgisizliğine, karamsarlığına, umutsuzluğuna, başarısızlığına… inat seni sen yapan ne inancına ne de şiire ihanet etmeyerek kendini yalan dünyada gerçekleştirmiş olmanın huzuruyla sonsuzluğa ulaştın.
Artık şiirlerin gibi hayatın da ölümsüzdü. Ne gariptir ki, şiirinde dışladığın toprağa sığındın. Ölümünün sana öğreteceği son ders toprağın cömertliğiydi.
Ben de seni toprağın cömertliğiyle selamlıyorum.
En Çok Okunan Haberler
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- İBB, Bilal Erdoğan dönemindeki taşınmazları geri aldı
- Erdoğan'dan flaş 'Suriyeliler' açıklaması
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- 'Onun ne olduğunu iyi biliyoruz'
- WhatsApp, Instagram ve Facebook'ta erişim sorunu!
- Polis müdürlerine gözaltı: 'Cevheri Güven' ayrıntısı
- O ülke Suriye büyükelçiliğini açıyor!
- Hamaney 'Suriye' sessizliğini bozdu!