Anayasa Değişiklikleri - Çoğulcu Demokrasi
Anayasa değişikliklerinin halkımız tarafından incelenip değerlendirilmesi ve buna göre oy verilmesi kolay değildir. Gerekli değerlendirmeleri yapanların da oy kullanırken maddeler arasında tercih yapma olanakları ellerinden alınmıştır.
1982 Anayasası bir ihtilal anayasasıdır. Çağdaş demokrasilerin ana ilkeleri olan çoğulcu ve özgürlükçü bir anlayışı yansıtmamaktadır. Bu nedenlerle çağdaş demokrasi kuralları içinde çoğulcu ve katılımcı bir anlayışla tüm toplumun tartışıp kabul edebileceği bir yeni anayasaya ihtiyaç olduğu açıktır. Halkoylamasına götürülen son değişiklik ise bu anlayıştan tamamen uzak, iktidar tarafından hazırlanıp çoğunluk oyu ile kabul edilmiş bir anayasa değişikliğidir. Anayasa değişikliğine gidilmeden önce yüzde 10 barajını kaldırıp halkın Meclis’te temsilini tam olarak sağlamak ve milletvekillerini liderlerin değil partililerin seçmesi için gerekli yasal düzenlemeleri öncelikle yapmak gerekir.
Ülkemizde parlamento çoğunluğunun iradesinin, millet iradesi olarak görülmesi, çoğunluğun “sınırsız yönetim gücü” olarak algılanmaktadır. Oysa millet iradesi ile eşit olan parlamentonun kendisi olmalıdır. Birinci parti olmayı “millet iradesi” olarak tanımlamak, uzlaşma aramayan ve bir ortak paydada buluşmayı hedeflemeyen yaklaşımları egemen kılmaktadır. Çağdaş demokrasi, sosyal yapıda çeşitliliği, çeşitlilik sonucu oluşan çoğulculuğu, tüm farklılıkların örgütlenebileceği, seslerini özgürce duyurabileceği ve iktidar yarışına katılabileceği bir rejimi ifade ederken iktidar partisinin bu anlayışı kabullenmediği görülmektedir. Çoğunlukçu anlayışın sonucu olarak iktidar anayasa değişikliğinde, Anayasa Mahkemesi ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısını değiştirerek yargıyı idareye daha bağımlı hale getirmeyi amaçlamıştır.
2 Mayıs 2005 tarihinde zamanın TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın Anayasa Mahkemesi’nin bir kararını eleştirirken “... yasama yetkisini elinde tutan Meclis’in üstünde hiçbir organ yoktur. Bugüne kadar yoktu, bundan sonra da olmayacaktır...” dedikten sonra, “.... gerekirse Anayasa Mahkemesi’ni kapatmaya da karar verebiliriz” sözleri ile yine Sayın Başbakan’ın Danıştay’ın bir kararına gönderme yaparken “....ulemaya sordun mu?...” şeklindeki beyanları ve AKP’nin anayasa reformu iddiası ile çıkardığı broşürde “…kamu yararı gibi subjektif bir kavramla birçok özelleştirme kararı iptal edilmiş, küresel sermayenin Türkiye’de yatırım yapması ile ilgili zorluk çıkartılmış…” biçimindeki açıklamaları, iktidarın yargı denetiminden ne kadar rahatsız olduğunu ortaya koymaktadır. Bu anlayış demokrasinin; hukukun üstünlüğü, erkler ayrılığı, çoğulcu ve özgürlükçü ilkeleri ile asla bağdaşmaz.
Çoğulcu demokrasi, uzlaşma kültürünün hâkim olduğu siyasal bir iklimi gerektirir. Oysa çoğunlukçu anlayış, Meclis’teki çoğunluğun iradesini kimseyle tartışmadan ve uzlaşma sağlamadan ülke yönetme hakkını savunur. Çok da sıkışırsa, aynı çoğunlukçu anlayışın uzantısı olarak, bazı kararlarını referanduma da götürür. O nedenle şu anda ülkemizdeki sorun, demokrasi modelimizi çoğulcu bir anlayışla uygulamak için kararlı bir irade göstermektir. Japonya Anayasası 1946 yılında yürürlüğe girmiş, parlamentoda gerekli uzlaşma sağlanamadığı için bugüne kadar bir değişiklik yapılamamış, buna karşın Alman Anayasası 1949 yılında yürürlüğe girmiş, bugüne kadar 57 değişiklik yapılmış, değişikliklerin tamamı uzlaşma ile gerçekleştirilmiştir.
Gündemimizdeki anayasa değişikliklerinin temel tartışma başlıklarını, yargıdaki değişiklikler oluşturmaktadır. Bu konuda yapılacak değişiklikler; yargının daha bağımsız hale getirilmesi, Adalet Bakanı ile müsteşarının HSYK’de yer almaması, kurulun sadece hâkim ve savcılar ile yargının kurucu unsurlarından birisini oluşturan savunmanın temsilcisinden müteşekkil olması, hâkimler ile savcıların ayrı kurullar halinde çalışması başlıkları ile savunulmuştur. Ancak yapılan değişikliklere bakıldığında yargının idareye daha bağımlı hale getirildiği görülmektedir. Avrupa Konseyi 3. İstişari Raporu’nda, “...Yargı bağımsızlığı konusunda en iyi uygulamayı sağlama amacı çerçevesinde, hâkim ve cumhuriyet savcılarının mesleki görev ve haklarının fonksiyonel ve kurumsal ayrımının sağlanmasını teminen anayasanın değiştirilmesi tavsiye olunur...” denilmiştir. Gerçekten de yargıç ve savcı birlikteliğinin giderek “ayrılmaz ikiliye” dönüşmesi, “silahların eşitliği” ilkesine de aykırıdır. Mahkemelerde savcıların hâkim yanından, savunma ile aynı seviyede olması konusunda AB ilerleme raporlarındaki tavsiyeler de yerine getirilmemiştir. Oysa Anayasa Mahkemesi, bu durumu değerlendirerek kendi mahkeme salonundaki savcının yerini, savunma ile eşitleyebilmiştir.
Anayasanın 159. maddesinin değiştirilmesi, HSYK’nin idareden arındırılması, diğer bir ifade ile Adalet Bakanı ile müsteşarın kuruldan çıkarılması beklenirken daha fazla yetkilendirilerek yerlerini korumuşlardır. İdarenin yargıya etkinliği ortadan kaldırılması gerekirken daha da arttırılmıştır.
Anayasanın 140/6 fıkrasındaki “Hâkim ve savcılar idari görevleri yönünden Adalet Bakanlığı’na bağlıdırlar” hükmünün aynen korunması da bu düşüncemizi pekiştirmektedir.
Gerek Avrupa Konseyi raporlarında ve gerekse AB İlerleme Raporlarında, HSYK’de Adalet Bakanı ile müsteşarının bulunmasının kuvvetler ayrılığı ilkesine tamamen aykırı olduğu defalarca dile getirilmiştir. Venedik Komisyonu’nun “...esas olan yargı kurumlarının üyelerini kendilerinin seçmesidir. Adalet bakanı ve müsteşarı hiçbir şekilde kurulda olmamalıdır...” vurgulamaları Batı’nın şimdi tümüyle unuttuğu kendi saptamalarıdır. Aynı komisyonun “benzemeyen konuların tek paket halinde referanduma götürülmemesi” görüşü, 26 maddelik anayasa değişikliğinin farklı konuları içermesi karşısında tek bir paket olarak oylamaya sunulmasına ses çıkartmaması dikkatimizi çekmiştir.
Parlamentoda uzlaşma sağlanmadan, kurumlar ve sivil toplum örgütlerinin görüş ve isteklerini dikkate almadan, iktidar partisinin çoğunluk oyları ile kabul edilmiş anayasa değişiklikleri halkın oyuna sunulmuştur. Anayasa değişikliklerinin halkımız tarafından incelenip değerlendirilmesi ve buna göre oy vermesi kolay değildir. Gerekli değerlendirmeleri yapanların da oy kullanırken maddeler arasında tercih yapma olanakları ellerinden alınmıştır. Bütün bu durumları dikkate aldığımızda, halkoylamasında “hayır” oyu kullanmanın demokrasimizin geleceği için hayırlı olacağı düşüncemi de açıklamak isterim.
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama
- İBB'den 'Pınar Aydınlar' açıklaması: Tasvip etmiyoruz
- Petlas Yönetim Kurulu Üyesi Özcan, uçakta olay çıkardı
- İmamoğlu'ndan 'Suriyeliler' açıklaması
- '100 yılda bir görülebilecek akımın başlangıcındayız'
- Edirne'de korkunç kaza