Ateşle Gökyüzünü Tutuşturmayı Bilmek!
Geleceğimizi ateşin yakıcılığında yok etmemek için Sıvas’ın kara temmuzlu o tarihini bu vatanın eşsizliğine selam duran resmi bir anma gününe dönüştürmeliyiz! Komutsuz, kendiliğinden yürekleri bir ırmak gibi birleştiren bir ortak kaynaşma ve birbirimizi anlama yıldönümüne dönüştürmeliyiz! Bunu yapabilir miyiz peki? İnsansak, benzer acılar yaşanmasın istiyorsak, “Her şeye renklerle can vermek ister güneş” diyen Goethe’ye kulak verip ve renklere bürünürken her renge de saygı duymayı bilerek yapabiliriz!
Ateş! Farsçada ‘ataş’ yani yanma anlamında, Türkçede de anlam bozulması olmaksızın söylenmek istenene bir mim koyacak kadar yalın ve açık... Yanarak büyümek, büyürken her 2 Temmuz’da ateşlerin çemberinden geçerek büyümeyi bilenlerden olmak, yeri yakmak; onunla yetinmemek... Ateşleriyle gökyüzünü tutuşturmayı bilmek...
İşte Sıvas’ın ateşe gülümseyen yiğitleri, inançlarıyla gökyüzüne gülümserken kendilerini ateşe atanlara karşı, kendilerinin ateşte yanmayan birer semender olduklarını, ateşte de yaşamayı bilenlerden olduklarını gösterdiler... Ama Nemrut olup ateşleri yakarken nara atanların utanç alevleriyle her gün kendilerini yeniden yaktıklarını, ruhsal yoksunluklarını her gün ateşlere attıklarını hissediyoruz.. Sıvas’ın mazlumları, mahsunları ise Türkiye’nin kalbini yangın yerine çevirip bizim kalplerimizi de ağıtla dağladılar... Sıvas’ta onur elbisesini giyenlere şairin söylediklerine kulak vererek “onlar ölmediler yok / dinamit fitilleri gibi ayaktalar” diyebiliriz.
Kara yürekliler...
Ölüm dediğimiz nedir ki bilene! Bir yakadan öteki yakaya geçerken inanç eri olarak kendi türküsünü söyleyebilmekse ölümün ötesindeki var oluş eğer, o zaman evet 1993 Temmuz’un 2’sinde göklere yükselenler ile Madımak’ta ateş yakarak, oradan arta kalan isle yüreklerini kapkara yapanlar arasında dağlar kadar fark var... Dağlar kadar seviliyor şimdi göğün arşına yükselenler ama kara yürekli hoşgörüsüzler ise şairin kehanetini doğrularcasına “Müşkil odur ki, ölmeden evvel ölür kişi” mısrasını doğruladılar...
Dipsiz kuyu
Türkiye son kırk yılını; seri katiller gibi iz sürüp, seri katliamlar yapıp, kanlı elleriyle Maraş, Çorum ve Sıvas’ı kadrizi ve kederimiz yapanların baş tacı yapıldığı bir dipsiz kuyuya dönüştürüldü... Ölümden ve öldürmekten medet umarak Türkiye’yi rüzgârsız ve Mecnun’suz bir çöle çevirmek isteyenlere inat, özgürlüğün peşinden gitmeye devam edeceğiz... Katliamların biçe biçe bitiremediği, bu toprakların gerçek sevdalıları, alınlarını yukarıda tutarak bu ülke için ideallerinin peşinde gitmeye devam edeceklerdir! Demin “bu ülke” dedik... Türkçenin ince labirentlerinde yol almanın filozofu, Türkiye’nin Nietzsche’si, Cemil Meriç’in o ünlü “Bu Ülke”sinin “bu ülke”nin onurlu alemdarlarını yakanlarına göstereceği bir hoşgörüsü olmasa gerek...
Siyasal iktidarların himmetinden yararlanarak Türkiye’yi “kasap havası”nda tutmak isteyenlere verecek canlarımız artık yok... Öfkeyi sevgiye çevirerek intikamın insanı içten içe yok eden tuzaklarına düşmeden, Sıvas’ın o melun ve meşum gününü, bu ülkenin gerçek barışa kavuşmasının yıldönümü, gündökümüne çevirerek ilerlemek, filozofun dediği gibi, “İnsanca, pek insanca” değil midir? Bize bu yakışır, ama o ölümsüzlerimiz için yas da yaraşır...
Büyük bilge Buda, uzun inziva hayatı geçirdiği bir mağaradan şakirtleri tarafından çıkarılıp götürülürken daha yeni bitmiş bir savaşın ardından iki taraftan sayısız insanın ölümün cenahına geçmiş cansız bedenlerine rastlayınca tarifsiz kederlere boğulur ve “buna hiç gerek yoktu, aslında nasıl olsa bir müddet sonra hepsi kendiliğinden yaşamın ötesine uzanacaklardı” der... Evet hayatı ne kadar derin ve özlü, derinden yakalayış ve kavrayış var bu sözde... Hayat, herkes için benzersiz ve biricik olmaya hazırken bunun değerini bilmeden başka canları almayı marifet sayanların, “can almak sadece Allah’a mahsustur” düsturuna bağlı olduklarını emme basma tulumba gibi söylemeleri yaman bir çelişkiyi veya bir başka adlandırmayla tam bir ironiyi barındırmıyor mu?
Bizler bu toprakların gri rengine vurgun olanlardanız, çelikten irademizin bize söyledikleriyle yola koyulduk, eski sufi dervişler gibi, sırtlarımızdaki torbaya bir pirinç tanesi koyarak, gidecek bir yolumuz olduğunu bilenlerdeniz, Sıvas’ta ölümsüzlüğe kavuşanların yolundan gidenleriz...
Barışın sesi
Özgürlüğün yolundan giden Sıvas’ın şehitleri aslında özgürlüğü, büyük düşünür J.S. Mill gibi algılayıp “Özgürlüğü, başkalarının doğrularına engel olmadan kendi doğrularına istedikleri gibi ulaşma olarak” görmenin uğraşını verdiler... Kimsenin canında gözleri yoktu onların, hem de asla ve kat’a! Sadece kendilerini kendileri yapan şeyleri barışın sesine can vererek yaşatmak istediler..
“Ölüm sevilecek şey değil, ölümün güzeli yok” diyenlere uyarak, cismani yok oluşu ölüm saymadan, güzelliği güzellikle yeşertme uğraşındaki ateş erlerimizin, “şol cennetin ırmakları”nın yanında şimdi bize gülümsediklerini söyleyebiliriz. “Ama onlar öldü” diyenlere, Apollinaire’nin bu dünyadan çekilmesinin yarattığı şaşırtıcı boşluğu görüp “Ama Apollinaire öldü” diyerek Aragon’a teselliyi, onun bu dünyaya armağan ettikleriyle vermeye çalışan gerçeküstücülüğün piri Andre Breton gibi, biz de yakılanların bu ülkeyi eşitliğin ve özgürlüğün haritasını armağan bıraktıklarını söyleyebiliriz, hem de rahatlıkla...
Hayatın tadından habersiz kalmışların işidir can almak. İnsanlık tarihinin en meşakkatli dönüşümlerine yol açan ateşi, bir yok edici olarak kullanma istekleri, onları, İbrahim yapmaz ama Nemrut yapar, yaşayan ölü yapar.
O zaman tam da Hazreti İsa aracılığıyla, yaşayan o ölülere seslenmenin sırasıdır, “Bırakın ölüleri ölüler gömsün...” Yanmayan Halil İbrahim gibi, Sıvas ellerinde bir otelde ateş pusuna düşürülen inanç erlerinin her biri de birer Halil İbrahim’dir ama bunu biz anlarız da peki ya Nemrut’a karşı olduklarını söyleyerek Nemrut’un yolundan gidenler? Geleceğimizi ateşin yakıcılığında yok etmemek için Sıvas’ın kara temmuzlu o tarihini bu vatanın eşsizliğine selam duran resmi bir anma gününe dönüştürmeliyiz! Komutsuz, kendiliğinden yürekleri bir ırmak gibi birleştiren bir ortak kaynaşma ve birbirimizi anlama yıldönümüne dönüştürmeliyiz! Bunu yapabilir miyiz peki? İnsansak, benzer acılar yaşanmasın istiyorsak, “Her şeye renklerle can vermek ister güneş” diyen Goethe’ye kulak verip ve renklere bürünürken her renge de saygı duymayı bilerek yapabiliriz!
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama
- Petlas Yönetim Kurulu Üyesi Özcan, uçakta olay çıkardı
- İBB'den 'Pınar Aydınlar' açıklaması: Tasvip etmiyoruz
- İmamoğlu'ndan 'Suriyeliler' açıklaması
- '100 yılda bir görülebilecek akımın başlangıcındayız'
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum