Çıkmayacak günah
2007'de sekseninci yaşını deviren Nobelli yazar Günter Grass'ın özgün adı Beim Häuten der Zwiebel olan anıları, Soğanı Soyarken adıyla Türkçe'ye çevrildi. İtiraflar ve itiraf külliyatı/yazını okurun ilgisini her daim çektiğinden, Grass'ın otobiyografisi de çarpıcı bir itirafla gündeme oturmuştu.
Grass'ın, geçmişte Nazi Partisi'nin paramiliter kolu olan Waffen SS'te yer aldığını açıklaması, büyük bir sansasyon yarattı ve yazar bu itirafla pek çok gazetenin arşivine girdi. Grass anılarında, bu itirafa ve bu itirafın çevrelediği yıllarına geniş bir bölüm ayırmış. Kitaptan, Grass'ın küçük yaştan SS'e girmeye niyeti olduğunu ancak SS'in ant içme marşını söylemek için on yedisine kadar beklediğini öğreniyoruz; yazarın marştan aklında kalan bir mısra da melodisiz olarak mırıldanılıyor: "Herkes ihanet etse de biz sadık kalırız''
Anılarının, Grass'ın sansasyonel itirafıyla gündeme gelmesi, okuyucunun itirafa yönelik ilgisine de bağlanabilir. Biyografiden farklı olarak otobiyografide, yazarın hayatına yönelik bir ifşa beklentisi bulunur. Yazar, kendisinden başka kimsenin ortaya dökemeyeceği bir bilgiyi serebilir -bu talep otobiyografinin içine sızmıştır. Biyografi, bir yazarın hayatının derlenmesi anlamına gelirken, otobiyografi bilgi üretir. Bu sebeple otobiyografiye kurgusal bir nitelik bulaşır; bu tür, yazarın geçmişine karşı konumlanışının da ürünüdür. Geçmişte faşizme bir şekilde bulaşan Günter'i anlatan, bugünün Nobel ödüllü barış eylemcisi yazar Günter Grass'tır; kitap sadece geçmişle hesaplaşmanın değil, Nazizmle/faşizmle hesaplaşmanın izlerini de taşır. Bu açıdan Nazizme bulaşma itirafı, ifşaatın ötesine geçer. Kendi kendine sorduğu sorular ardı ardına dizilirken bir hesaplaşmaya girilir: 'Şimdi hâlâ aradan altmış yıldan fazla zaman geçtikten sonra, yazarken bile SS'in bana ürkünç gelmesi gibi, o gün askerlik kayıt bürosunda görülmemesi olanaksız şey beni ürkütmüş müydü?'İtiraf, hep sansasyonel ve ilgi çekici olmuştur; ilk kurulduğu zaman büyük ilgi gören www.itiraf.com adlı internet sitesi de bunu örneklemektedir. Gündelik anlamıyla itirafın ötesine geçen bir hesaplaşma olarak düşünülebilecek bir yazın türü de bulunmaktadır. J.J. Rousseau'nun ve St. Augustinus'un itiraf kitapları ilk akla gelen eserlerdendir. Ancak, gündelik anlamlarıyla yahut felsefi veya siyasi içerikleriyle bu itirafların ortak özellikleri vardır. İtiraf etmek belki de bir tür günah çıkarmaya ve vicdan muhasebesine dönüştüğü için rahatlatır. İtirafları okumaksa vicdanın başkaları üzerinden rahatlatılmasını ve yükün bölüşülmesini sağlar. Günah çıkarma odasının Grass'ın satırlarına düşen bir anı olması tesadüf olmayabilir. Kilise ve din ile ilişkisine değinirken şunları anlatır yazar: 'Ilımlı bir dindar olan annem kiliseye gitmem için beni nadiren uyarmış olsa da erken yaşlarımdan beri Katolik olarak yetiştim: Günah çıkarma odası, esas mihrap ve Meryem Ana mihrabı arasında haç çıkarırdım.' Grass'ın otobiyografisinin zaman zaman bir günah çıkartmaya dönüştüğü de gözden kaçmaz çünkü yazar tam da rahatlama ihtiyacıyla itiraf etmektedir. 'Söyleyeyim de rahatlayayım' hissi anlatı içerisinde açıkça belli edilmiştir; Grass, SS'teki yıllarını anlatırken anılarını okurla paylaşmanın yanında kendi kendine de konuşur gibidir ve bu yılların muhakemesini yaparken bir hafifleme ihtiyacı içinde olduğunu fark ettirir: 'Bu kadar mazeret yeter. Yine de onlarca yıl boyunca o sözcüğü ve çift 'S'yi kendime itiraf etmekten kaçındım. Gençlik yıllarımın budalaca gururu içinde benimsediğim şeyi, savaştan sonra kabaran utancım içinde susarak geçiştirmek istemiştim. Ama yükü içimde kaldı ve hiç kimse hafifletemedi bu yükü.'Yazarın bu yükten kurtulma yollarından birisi de birinci tekil şahısla üçüncü tekil arasındaki savrulmalarıdır. Kitabına da bu hisle başladığını ilk cümlesinden anlarız: 'Eskiden olduğu gibi bugün de, üçüncü tekil şahsın arkasına saklanmak geliyor içimden.' Gerçekten de yazar kendi anılarını yazarken otobiyografiyle roman arasında salınmaktadır. Bu nedenle sık sık iki noktayı üst üste koyarak cümleleri iç içe geçirir. Kendisini bir roman kahramanıymışçasına 'o' veya 'o çocuk' diyerek anlatır. Belleğinde canlanan anları, bir fotoğraf çerçevesi ya da bir film sahnesi içine yerleştirip dışarıdan ama yakından izlemeye heveslidir. Yazar, kendi hayatını 'yazmak'tadır. 'Yine bir resim oluşuyor: Kendimi hayal ediyorum' gibi cümleler kurar ve orduda yaşadığı tehlikeli bir anı aktarırken bunun bir bale ya da film sahnesi olabileceğini düşünür: '' her kaliteli kovboy filminde gerilimin dorukta olduğu sahne gibi.' Kendini anlattıktan sonra anlatının dışına çıkma telaşına kapılmaktadır. Günter Grass'ın hafiflemek üzere okuyucuya günah çıkarmasından ya da sayıklarcasına anlatmasından ve kendisini üçüncü tekilliğe atmasından ayrı, gizlenme ve belki de kaçma yöntemlerine başvurduğunu görürüz ki bunu da 'çocukluk'la yani çocuk kalarak yapmaya çalışır. Çocukluk onun için her daim bir sığınak olduğundan elinden kaçırmak istemez. Çocukluğun bitmesi, utanç, korku gibi ağır yüklerin omuzlara binmesi demektir. Utancını susarak geçiştirmeye çalışan ancak ağırlığını atamayan ve korkuyu öğrenmek üzere çıktığı yoldan bir ağır yükle dönen Günter Grass, savaşın başlamasıyla birlikte çocukluğunun sona erdiğini ve bu nedenle de durmadan aynı soruları soramadığını söyler. Savaşın başlamasını takip eden süreçte yazar korkuyla tanışacak hatta kendi deyimiyle korkunun pençesine düşecektir; utanç ise SS yıllarından sonra ona yapışan ve onu çökerten bir yük olmuştur. Benzer bir biçimde, Grass'ın Teneke Trampet adlı yapıtında, kahramanı Oskar'ın yükümlülük altına girmemek için üç yaşında bir çocuk olarak kaldığı görülür. Oskar'ın büyümesi babasının ölümüyle gerçekleşir. Otobiyografisinde, 'Yoksa artık çocuk olmadığım için mi soru sormaya cesaret edemedim?' diyen yazar, bu soru cümleleriyle çocukluğun sınırlarını nasıl anlamlandırdığını işaret etmektedir: 'Acaba dünyamı alt üst edecek bir sorudan korktuğum için suskun kalmış olabilir miyim?'
Belleğin sınırları
Günter Grass'ın otobiyografisinin odaklarından birisi de, bir anı kitabına uyacak biçimde bellek mevzusudur ve kitabının adı da buradan gelmektedir. Yazar belleği, 'sorularla sıkboğaz edildiğinde, harf harf okunabilecek her şey serbest kalabilsin diye kabuğunun soyulmasını bekleyen bir soğana' benzetir. Onun deyimiyle, 'her tabaka uzun zamandır bastırılmış sözcükleri sıralar rahatça.' Günter Grass her ne kadar 'bu çiziktirilmiş yazılar çözülmeli, şifre kırılmalı' demiş olsa da, bu 'soğanı soyarken' belleğin ince ama yapışkan kabuklarını atmaya çalışsa da, amacı soğanın zarını bulmak değildir. Çünkü o aynı zamanda, 'hatırlamak saklambaç oyununu sever' demektedir ve bu oyuna kendisi de katılır. 'Doğranınca insanın gözünü yaşartan soğanı' soymaya girişse de onun esas derdi soğanın katmanları arasında bir koku, bir eşya, bir an yakalayabilmektir. 'Hatırlayabildiklerim, dizlerimi çarptığım, yaralanmama yol açan ya da beni tiksindiren şeyler, çoğunlukla nesneler: Çini soba' Arka avlularda halı döverken kullanılan sopalar' Ara kattaki hela' Çatıdaki bavul' Güvercin gözü büyüklüğündeki bir kehribar parçası'' der. Onun için bellek, 'kayıp eşyalar bürosu'dur. Sadece nesnelerle değil, bir kokuyla, bir tatla da iz sürer. Anne ve babasının işlettiği dükkânda duran gazyağı fıçısının kokusu geçmek bilmemiştir; Günter okuduğu kitaba dalmışken, annesinin marmelatlı ekmek yerine -muziplik olsun diye- koyduğu palmolive sabununun tadı ise o günlerden beri yazarın damağındadır. Bu durumu şöyle aktarır: 'Alt dudağı öne uzayan delikanlı epeyce sabun ısırmış olmalı, çünkü değişimlerin içinde kolayca kaybolan belleğimde, kâh sosis, kâh peynirli ekmek ya da bir parça üzümlü kek, sabunla yer değiştiriyordu.'
Bellek hanım
Grass'ın hafızanın sınırlarını zorlamasına gerek kalmaz; çünkü yazar hafızanın sınır tanımazlığının farkındadır ve bu farkındalığını hissettirdiği pek çok cümleden birinde: 'Zaman, tabakaları üst üste yığıyor. Ama yarıklardan bakarak örttüğü şeyleri görmek mümkün' der. Grass, bu yarıklardan belleğe sızmak için kayıtlara, belgelere ihtiyaç olmadığını gösterir. 'Benim ilk zamanlarıma ait hiçbir belge yok' dedikten sonra belleğin derinliklerine ulaşmak için yine bellekten güç almaktadır. Onun ailesi de, anıları da sürgündür ve roman yazarlığını elden bırakmadan sürgünlüğün edebiyatını satırlara döker: 'Bodensee'de, Nürnberg'de ya da Almanya'nın kuzeyindeki düzlüklerde büyüyen, yani okul karneleri ve gençliklerinde yaptıkları her şey ellerinde bulunan kendi kuşağımın yazarlarıyla karşılaştırılınca, savaşın bitiminde yurdundan sürülen bir ailenin çocuğu olan benim, elimde gençlik yıllarımdan kalma hiçbir şey olmadığından, sadece tanıklığı en kuşkulu kişiyi, Bellek Hanım'ı yardıma çağırabilirim, huysuz ve çoğu zaman baş ağrısı çeken bir hayalettir o, ayrıca kim en çok parayı verirse ona gidebilir, derler onun hakkında.' Böylece, Bellek Hanım, onun anlatısının/romanının en güçlü karakteri olmuştur. Grass'ın geçmişte, bavulların içini karıştırması bir başka tanıdık Nobelli yazarı çağrıştırır. Orhan Pamuk'a babasının bıraktığı içi yazıyla, defterle dolu bavuldan farklı olsa da Günter Grass'ın karşısına da bir bavul çıkar. Yazar, o günü şöyle aktarırır: 'Tarihi konmamış bir günde 'on dört yaşına gelmiş miydim, yoksa hâlâ on iki miydim?- Labesweg'de on dokuz kiracıdan biri olduğumuz binanın çatı katındaki odasında bulunan gizli okuma köşeme, tavan penceresinin altında duran ve oturulmaktan aşınmış koltuğuma gittiğimde ve o arada evdeki öteki kiracılara depo yeri olarak ayrılmış tahta perdeyle çevrili bölmelerden bize verilenin içinde iple bağlanmış bir bavula toslayınca ben ya da erken yaşlardan beri içinde anlatılacak malzeme birikmiş olan çocuk, kendisine yön değiştirtecek bir keşifte bulundu. Ivır zıvırın altında, kullanılmayan mobilyaların arasında beni özel bir bavul bekliyordu: En azından ben bulduğum şeyi böyle yorumladım.' Yazar bulduğu bavulu bir işaret saymaktadır. Bavulu çakısıyla açınca duyduğu koku bellekte iz bırakacak ve aynı zamanda bir hareketlenme yaratacak türdendir. 'Sanki aile kabri açılmıştır' ve bu bavul onu, ancak şimdi yorulmaya başladığı, bir ömürlük yolculuğa yönlendirmiştir. Bu bavulu, yazma yolculuğunda/serüveninde yanında taşır. Günter Grass ile Orhan Pamuk arasında çağrışımlar yaratan ve okurun ortaklık kurmasına yol açan şey, elbette ikisinin de Nobel ödülünü almış olması değildir sadece. Bunun nedeni öncelikle ikisinin de imzalarının çok keskin olmasıdır. Bavul görüntüsünün Pamuk'u hatırlatması, onun bıraktığı etkiyle ilgili olduğu kadar, iki yazarın da belleğin ve hafızanın sınırsızlığının farkında olmalarıyla da alakalıdır. İkinci olarak, her iki bavulun da yazarların yazmasıyla ilişkilenmesidir. Pamuk, kendisine emanet edilen bavulun içindeki yazıları ve defterleri kucaklamak konusunda tereddüde düşmüştür. Grass içinse ailesinin tarihini, anılarını bulduğu bu bavul, yazma serüvenin hazırlığıdır; yazma yolculuğuna bu tek bavulla çıkacaktır. Pamuk da Günter Grass gibi, İstanbul (1) adını verdiği otobiyografisinde, anılarına ve bellek üzerine kurulu bir metne yaslamıştır. Walter Benjamin'in de ifade etmiş olduğu üzere, 'yaşanmış olay sınırlıdır, hiç değilse tek bir yaşantı bölgesiyle sınırlıdır; hatırlanan olaysa sınırsızdır, çünkü kendinden önce ve kendinden sonra olup biten her şey için bir anahtardır sadece.' (2) Günter Grass da, yazma serüvenine bavul dolusu hatırayla atılarak bu sınırsızlığın imkânlarından yararlanmıştır. Her ne kadar yazar, 'Kaybolan onca şey arasında not defterleri özellikle içimi acıtıyor. Onlarda yazılı olanlardan alıntı yapabilseydim sözlerim daha inandırıcı olurdu' demiş olsa da kamptaki yemek kursunda, aşçıbaşının anlattıklarını yazdığı defterini ve Waffen SS'teki ilk günlerinde, yürüyüş malzemesi ve kaputuyla birlikte günlük benzeri notlar tuttuğu hatıra defterini kaybetmesi, tesadüfün dışında anlamlandırılabilir. Çünkü yazar, not defterlerinin kaybı için hissettiği acıyı gelgitli ruh halinin savrulmaları sayesinde unutmuş gibidir ve bir başka sayfada şunları söyler: 'Not defterlerini kaybetmiş olsam da soğanın belleği aşçıbaşının zihnime kazınmış cümlelerini burada kelimesi kelimesine aktarmama yardımcı oluyor.' Grass, bellekle imtihanının ortasında, belleğin imkânlarını şu şekilde açıklığa kavuşturmuştur: 'Bellek boşlukları deşmekten hoşlanır. Yapışıp kalan şeyler, kendiliğinden, değişik adlar altında ortaya çıkar, kılık değiştirmeyi sever. Çoğu kez belirsiz ve her anlama çekilebilen bilgilerdir verdiği. Kâh iri eler, kâh ince. Duygular, düşünce kırıntıları kelimesi kelimesine akar elekten.' (1) Orhan Pamuk da kendi hayatını anlattığı İstanbul kitabında, belleğin sınırlarını yazarın belirlediğini ifade etmektedir. Ağabeyinin ve annesinin, Orhan'ın ağabeyiyle ettiği kavgalar üzerine yazdıklarını abartılı hatta gerçekdışı bulmaları üzerine yazar şu cümlelerle karşılık verir: ''bir ressam için şeylerin gerçekliği değil biçimi, romancı için olayların sırası değil düzeni ve hatıra yazarı için de geçmişin doğruluğu değil, simetrisi önemlidir.'
Pamuk, Orhan, İstanbul, Hatıralar ve Şehir, İstanbul: İletişim Yayınları, 2007, s. 273(2) Benjamin, Walter, Son Bakışta Aşk, çev. Nurdan Gürbilek, İstanbul: Metis Yayınları, 2001, s. 102Soğanı Soyarken/ Günter Grass/ Çev:İlknur Özdemir/ Turkuvaz Kitap/ 360 s.
En Çok Okunan Haberler
- İBB, Bilal Erdoğan dönemindeki taşınmazları geri aldı
- Erdoğan'dan flaş 'Suriyeliler' açıklaması
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- 'Onun ne olduğunu iyi biliyoruz'
- WhatsApp, Instagram ve Facebook'ta erişim sorunu!
- Polis müdürlerine gözaltı: 'Cevheri Güven' ayrıntısı
- O ülke Suriye büyükelçiliğini açıyor!
- Hamaney 'Suriye' sessizliğini bozdu!
- ABD basınından Esad iddiası