'Çoklu kimlikler çağındayız'
Nadasa bırakılmış yakın tarihin kozmik odasında birey birey keşiflerin, birbirlerine elektrik gibi çarpan Maya ve Max'in öyküsü. Suskunlukların, sırların, ortak acı ve çöküşlerin muhasebesi. Sonsuza dek değişmenin ve mazideki hüzünlü bir aşkın anlatımı. Zülfü Livaneli'yle yeni romanı Serenad'ı konuştuk.
Elbette çok açık etmeden romanın katmanlarını açarak başlayalım söyleşimize...
Genel çerçevede, Maya-Prof. Max, ülkeler-yakın tarihler, devlet-birey boyutları denilebilir. Burada da olaylar Maya'nın yaşadıkları ve profesörden öğrendikleri dolayısıyla hem kendisinin hem de profesörün dönüşümü çerçevesinde gelişiyor. Birbirini hiç tanımayan, hiçbir şekilde aynı çevrelere ait olmayan iki insan karşılıklı hikâyelerini keşfediyor. Binbir Gece Masalları'ndan beri bunun çok ilginç bir teknik olduğunu düşünürüm edebiyatta. Bugünden başlayıp, gerilere gidip bir yerden itibaren düğümleri çöze çöze gelen romantikliğini çok severim. Serenad'ta da Maya ve Profesör Max çevresinde gelişen benzer bir doku mevcut. Günümüz kısmı Türkiye'nin 2001 krizi sırasında geçiyorsa da Maya'nın aile kökenleri dolayısıyla Mavi Alay meselesi, Ermeni meselesi; profesörün geçmişi dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı, Nazi kampları, Nazilerden kaçarak Türkiye'ye gelen Yahudi profesörler, Struma gemisi gibi çeşitli olaylar ve düğümler karışıyor işin içine.
Benim romanlarımda insanlar daha çok çevreleriyle, yaşadıkları toplumla birlikte var oluyor. Toplumsal olayların içine kişileri yerleştirmeyi seviyorum. Bir Kedi, Bir Ölüm, Bir Adam romanımın başına Victor Hugo'nun bir sözünü almıştım: 'Yanardağlar nasıl taşları fırlatırsa sosyal hareketler de insanları öyle fırlatır.' İnsanlar politikayla ilgilenmese bile politika onlarla ilgileniyor ve hayatlarını parçalıyor. Dolayısıyla bir Doktor Jivago romanında olduğu gibi mesela, büyük altüst oluşların içindeki insan hikâyeleri çok ilgimi çekiyor.
'Bir romancı insana insan olarak bakar'
- Serenad'a öte yandan bir aşk romanı da denilebilir.
- Denilebilir fakat yine de biraz geri durmaya çalıştım çünkü aşk romanı denilince farklı beklentiler oluşuyor. Bir aşka tanık olmak halini, o yapıyı seviyorum. Kahraman doğrudan doğruya bir aşk yaşamaz ama bir aşkın tanığı olur, bu dolaylı olarak onu etkiler, değiştirir. Rahmetli dostum Cengiz Aytmatov'un Cemile'si buna çok güzel bir örnektir. Bir çocuk, bir aşkın tanığıdır. Bu romanımda da Maya büyük ve hazin bir aşkın izini sürüyor. Prof. Maximillian Wagner, seksen yedi yaşında, Bavyeralı, Ari bir Alman ama ABD'de yaşıyor. Ömrünce Yahudi Nadia'yı derin bir aşkla sevmiş, hazin bir sonla ayrılmışlar. Yahudi sığınmacıları taşıyan Struma gemisinde görebiliyor Nadia'yı en son. Profesörün Nadia'ya serenadı, hüznün en yalın haliyle kalbinden sökülüyor adeta.
- Favori karakteriniz Max ama bu seziliyor.
- Doğru.
- Gıcık olduğunuz, didiştiğiniz karakterler de var.
- Olmaz mı? Mesela üniversitedeki bazı karakterler var, Maya'ya kötülük yapan. İki tane şoför var ben onlardan İlyas'ı çok sevmeme rağmen Süleyman kötüdür. Kurnaz, önyargılı ve dedikoducudur. Öyle çıkarcı, sığ bir adam ki... Onu sevmiyorum.
- Türkiye'de her ailenin sırları vardır diyor Maya. Kendi kökenlerini iyice araştırdığında anneannesinin Kırımlı olduğunu ve Ruslardan canını zor kurtardığını öğreniyor. Babaannesinin anne ve babasının Ermeni olduğunu ve öldürüldüğünü öğreniyor ve iç içe kimlikler konusu... Bilenenler, bilinmeyenler, hasır altı edilenler var.
- Tabii iç içe kimlikler yaşıyor, empati kuruyor, özdeşleşiyor. Profesörün öyküsüne dahil oldukça kendi geçmişini de keşfediyor. Birbirini tanımayan Türk, Yahudi ve Ermeni üç kadın yerine koyuyor kendini. Ayşe oluyor, Nadia oluyor, Mari oluyor... Galiba dünyanın geldiği nokta da bu.
Geçenlerde New York'ta Birleşmiş Milletler'de yaptığım konuşmada da ifade ettim, artık çoklu kimlikler çağındayız. Kimlik meselesi bugün dünyanın en önemli meselesi. Bunu tek kimliğe bağlamak çabasında çok başarısız kalınır dünyada, Türkiye'de ise hiçbir şekilde kalkışamayız böyle bir şeye. Köken, cinsiyet, meslek, ideolojik, inanç ya da siyasi görüş aidiyeti gibi çok çeşitli aidiyetler içinde yaşamayı artık öğrenmemiz lazım. Bu dünya için de böyle. Pür aidiyetler kalmadı. Bu olumlu anlamda milliyetçiliğe aykırı bir şey de değil. Çünkü biz bir millet oluşturmuşuz. Meclis'teyken 301'e karşı verdiğim önergede tamamen bunun üstünde durmuştum, gerekçelendirmiştim. Türk ulusu dediğiniz zaman anayasal bir tarif bu. Mustafa Kemal'in tarifi nedir? 'Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.' Bu hepimiz çeşitli kökenlerden geldik ama burada bir millet kurduk demektir. Millet kavramı modern bir kavram. Ama eğer kalkıp da ırka indirgenirse bu bambaşka yerlere gider.
- Yakın tarihe tu kaka yapmak, o suskunluk... Romanda üzerinde durulan bir nokta da bu.
- Birçok tarafın kabahati var bu algıda, çünkü mesele hep çatışmaya yönelik ve tek taraflı konuyor. Şöyle bir algı var işte: 'Türkler o kadar çok adam öldürdüler ki Ermenileri, Rumları, Kürtleri herkesi kesti.' Sanki böyle uzaydan terminatör insanlar geldi, herkesi öldürdü onun için de bunların konuşulmasını istemiyorlarmış gibi... Bu algı doğru değil. Bir romancı insana insan olarak bakar. İnsan ölçeğinden Ermeniye, Ruma, Kürt'e nasıl bakıyorsa Türk'e de öyle bakmak zorundayız. O dönem imparatorluk dağılırken ülkenin Müslüman Türk nüfusunun acı çekmediğini söyleyebilecek bir tek insan var mı? Korkunç acılardan geçilmiş. Şimdi bu kitapta Ermeni meselesinin yanında Kırım Türklerinin meselesini de koyunca savaşın acılarının yarattığı korkunç bir ortak çöküşe dikkat çekilmiş oluyor. Ülkemiz çökmüş. O zaman bizim ülkemiz, Ermenilerin ülkesi diye bir şey yok ki, o zaman ayrı değildik ki biz. Avram Galante'nin Bodrum Tarihi diye bir kitabı var, orada Bodrum'un nüfusunu da yazıyor o dönemlerde. Diyor ki işte üç bin küsur Müslüman var, iki bin küsur Rum, şu kadar Yahudi ve yabancılar diyor. Bu konsept ile bugünkü konsept çok farklı, onlar Osmanlı yurttaşları. Yani elçilik yapan, bakanlık yapan, Meclisi Mebusan'ın önemli bir kısmını oluşturan Osmanlı yurttaşları. Paşalar, generaller falan...
- Bu olayların ailelerde sır olarak kalmasının da nedeni kötü niyet değil...
- Değil tabii ki. Hepimiz kendi ailelerimizden biliyoruz. Mahvolmuş, yok edilmiş, bilinçle parçalanmış bir ülkeden son sığınak, kılıç artığı olarak Balkanlar'dan, Kafkasya'dan, Ortadoğu'dan kalkıp canını kurtarabilen, ölülerini geride bırakarak, mallarını geride bırakarak canlarını bu topraklara atmışlar. Burada ortak bir yaşam kuralım, bir devlet kuralım demişler. Yok oluştan tekrar bir var oluş. Yangın geçirmiş bir konağın içine çadır kurmak gibi bir şey. O zaman da sürekli o acılarla ve o öfkelerle yaşayamıyorsunuz. 'Sen onu kestin, sen bunu kestin' diye yaşanamaz.
'Devletler suç işlemeye meyilli, her an işleyebilir'
- Çocuklarını da öyle yetiştirmek istemiyorlar... 'Toplum olarak, sessiz bir sözleşmeyle susma kararı alınmış, yaşananlar genç kuşaklara aktarılmamıştı. Bunun iyi yönü hiç kimseye düşman olmadan yetiştirilmiştik. Kötü yönü ise geçmişimiz konusunda korkunç bir cehalet sahibi olmaktı' diyor Maya...
- Evet ve herkese yeni bir başlangıç olmalı duygusu. Mesela ağır bir trafik kazası geçirmiş ve iki çocuk, bir büyüğü kaybetmiş bir ailenin kalan kısmı, o yas döneminden sonra bir nevi hayata yeniden başlamak ister yani. Her gün o korkunç olay konuşularak yaşanamaz ki. Bunu böyle anladığımız zaman bence kendini Türk milliyetçisi ilan eden de, Ermeni katliamının hesabının sorulmasını isteyen de, Rum da, Kürt de herkes burada birleşebilir. Çünkü doğru perspektif insan olarak bakmak. Önüne hiçbir sıfat koymadan insana, insan acılarına baktığımız zaman o noktada birleşebiliriz, bu roman da bunu yapmaya çalışıyor. Savaşın, özellikle 1977 Osmanlı-Rus Harbi'nden sonraki o süratli çöküşün ve özellikle Balkan Harbi'nden sonraki Kurtuluş Savaşı'na kadar geçen o on yılın, yaralamadığı, mahvetmediği, kurban almadığı aile var mı? Hepimiz acı çektik. Peki, bu neden unutuldu? 1934'ten sonra Atatürk hastalığı nedeniyle politik hayattan çekildikten sonra Türkiye'de gerçekten bir ırkçılık başlıyor. Trakya Olayları'nı biliyoruz, o hükümetlerin tavırlarını biliyoruz ki Struma olayı da buna örnektir. Hükümetin tavrı çok yanlış bir tavırdı tabii. Atatürk'e ait değildi ama Halk Partisi'ne ait bir yanlıştı. Öyle şeyler yaşanır ki insan kendi ülkesinde de sürgün hissedebilir. Düşünsel sürgün olabilir, popüler değerleri o sırada geçerli olan genel değerleri paylaşmayabilir. Kendimi Türkiye'de çok sürgün hissettiğim zaman olmuştur. Aynı kavramları, aynı değerleri, aynı eylemci ölçülerini, düşünce tarzını paylaşmadığım çok dönemler olmuştur. Şu anda da onlardan birini yaşıyorum.
- Asker ağabey... Maya'nın asker ağabeyi ile derin ayrılıkları...Asker ağabey bir diğer Türkiye'yi temsil ediyor...
- Tabii, o Türkiye var. Romanda ise mesleki anlamda öyle sürülmüş bir ömrün biçimlediği bir adam söz konusu. Bazı şeylere çok hayret ediyorum, mesela eski komutanlardan Aytaç Yalman'ın iki üç yıl önce okuduğum bir demeci... 'Biz Kürt yoktur kart kurt vardır işte karlara basarken çıkan ses vardır ya biz onu sahi zannediyorduk' diyor. 'Ben şimdi öğrendim Kürt olduğunu' diyor. Türk ordusunun kuvvet komutanlığına gelmiş belki de Genelkurmay Başkanı da olabilecek bir kuvvet komutanının, bir generalin bunu söylemesi dehşete düşürüyor insanı. Peki, Osmanlı Meclisi Mebusanı'nda Kürdistan Mebusu nasıl var? Bunu bu ülkenin yüksek komutanının bilmemesi -ki samimiyetle bilmiyormuş- nasıl olabilir böyle bir şey? Bu büyük cehalet her tarafı kapsıyor ama bazı kesimleri daha da çok kapsıyor. Böyle endoktrine edilerek yetiştiriliyorlar. İşte bu Atatürk'ün istediği bir şey değil. Atatürk'ün bir Auguste Comte çevirmiş, hem edebiyat hem felsefe bilen, toplumbilim bilen bir kişi olarak bunu böyle düşünmesine imkân yok ve hiç böyle bir sözü de yoktur. Ama daha sonra onun ordusunu yetiştiren zihniyete bakın, gerçekten dehşet verici.
- Prof Max'in 'İyi insanlar iktidara gelmez, gelse bile iktidar onu bozar, zalim yapar' demesi... 'Yoksa peygamberleri iktidar yapsan onlar da öldürürler' demesi.
- Gerçekten de böyle, iyi iktidar olmaz eğer olursa da suç işlemek zorunda. Çünkü ne demek iktidar, hele çok zor dönemlerde gelen iktidar? Toplumun içindeki çıkar çatışmalarını, kimlik çatışmalarını, etnik çatışmalarını bunların hepsini bir şekilde durdurmak zorunda. Bunun için de ister istemez çok çeşitli tedbirler ve üstü örtülü bir sürü şey yapmak zorunda. İyi mi hoş mu? Tabii ki değil asla değil ama bunu yapmayan devlet yok. Gizli gizli adam öldürmeyen devlet var mı dünyada? Yok. Ne operasyonlar, neler yapılıyor...
Büyük ve kanlı sırlar
- Her ailenin sırları olduğu gibi her devletin de sırları var...
- Çok daha büyük ve kanlı sırlar. Gözümüzün önünde de oluyor bunlar, işte WikiLeaks'te okuyoruz neler yapmışlar. Devlet denilen organizasyon suç işlemeye meyilli, her an işleyebilir. Dünyanın en iyi insanını da getirseniz o da suç işler yani. Maya'nın sorgulamaları da bu anlamda geçmişini değiştirmek isteyen bir ülkenin sorunlarına işaret ediyor. 'Bizans'tan kurtul, Osmanlı'dan kurtul, Arap kültüründen kurtul... Şimdi de yeni moda: 'Kemalizmden kurtul!' Mavi Alay'ı sakla, Struma'yı sakla, Ermeni olayını sakla.'
- Prof. Max'in 6-7 Eylül olaylarını kastederek söylediği gibi sıradan halk sesini de çıkaramıyor...
- Çıkaramaz çünkü örgütlü değil. Geçen hafta Dahav Kampı'ndaydım, insanlığın yüz karası olarak Avrupa'nın göbeğinde duruyor. Ama onun etrafında olan komşuların bile olan bitenden pek bir haberi yok. Çünkü medya da kontrol ediliyor, yönlendiriliyor.
- Prof. Max'e katılmamak mümkün değil; yine Huntington'ın 'Medeniyetler Çatışması' tezine karşı çıkarak söyledikleri mesela; 'Bu bir cahiliye dönemidir ve 'Önyargılar Çatışması'dır.'
- Bakın Atatürk harpten nefret eden birisi, ölmeden önce 'Hitler ve Mussolini savaş çıkaracak, çünkü harbin ne demek olduğunu bilmiyor. Ben askerim, harbi bilirim ve harpten korkarım' diyor. Geçenlerdeki BM konuşmasında yine söyledim 'İnsanoğlunun medeniyeti tektir ama kolları vardır' diyor Atatürk. Bugün Huntington'ın 'Medeniyetler Çatışması' tezine karşı ne kadar hümanist ve doğru bir sözdür. 'Medeniyetler' dedikleri anda bölüyorlar çünkü. Atatürk'ün bu sözü keşke BM Genel Kurulu'na yazılsa.
gamzeakdemircumhuriyet.com.tr
Zülfü Livaneli/ Serenad/ Doğan Kitap/ 482 s.
En Çok Okunan Haberler
- Yeni Ortadoğu projesi eşbaşkanı
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Esad'a ikinci darbe
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- WhatsApp, Instagram ve Facebook'ta erişim sorunu!
- ‘Yumurtacı müdire’ soruşturması
- Polis müdürlerine gözaltı: 'Cevheri Güven' ayrıntısı
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- O ülke Suriye büyükelçiliğini açıyor!
- Sette kavga çıkmıştı: Siyah Kalp dizisinde flaş ayrılık