Doğayı yeni bir dille izlemek

Faruk Duman'dan "Kaptan Kanca"nın bir macerası ve öbür yeni öyküler ile "doğa betiği"

Doğayı yeni bir dille izlemek
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 16.12.2019 - 17:09

Faruk Duman, Kaptan Kanca’nın Bir Macerası ve Öbür Yeni Öyküler’de; Sus Barbatus! romanı ekseninde okunabilecek öykülerini, “Kaptan Kanca’nın Bir Macerası” ve “Evimizin Çevresinde Çakallar Dolaşıyor” adlı iki bölümde topluyor. Duman, diğer yeni kitabı Doğa Betiği’ni ise bir vaşağa ithaf ediyor.

Yeni bir öykü kitabıyla okur karşısındasınız.  1997’de yayımlanan Seslerde Başka Sesler’den sonra Kaptan Kanca’nın Bir Macerası ve Öbür Yeni Öyküler yedinci öykü kitabınız. Bu 22 yıl içinde Faruk Duman’da öykü adına neler değişti, neler sabitlendi?

- Çok zaman geçmiş sanki. Gençlik zamanlarımızda bir yazımızın yayınlanması bizim için büyük bir olay olurdu; Yazıt’ta ilk öykünün çıktığı kışı anımsıyorum, 1990 yılı. Dergiyi paltomun içine koymuştum, evde çay içerek bakarım diye. O zaman insanın içinde “ben bu dünyaya bir öykü anlattım, artık bir yazarım” duygusu oluyor. O günlerde, insanın kırkından önce kendine ait bir şey yazamayacağını duymuştum bir yerden.

Gençlik, deha sahibi olmayan gençlik edebiyata yön vereceğini, dünyayı bu yolla değiştireceğini düşünür. Ne yapalım ki içimizdeki kan böyle. Ama sonra bu yoksunluğun farkına varılıyor. Şimdi neyse, ilk öykülere bakıyorum, deneysel çabalar, şimdi “metin, kurmaca” gibi söyleniyor ya, öyle. 95’e doğru, o yazdıklarımın benimle bir ilgisi olmadığını anladım. Biraz biçimsel efelenme, biraz dil gösterisi, biraz da “nasıl yazarsak yayınlarlar” kaygısı… Bunları yavaş yavaş bıraktım. Ama okuyorduk tabii, çok okuyorduk. 

Benim için öykü hiçbir zaman yerinde duran, tamamlanmış bir şey olmadı. El yordamıyla, aklıma koyduğum şeyi aradım. Şöyle bir şey yapmak istiyordum: 

Hikâye, bizim uzun gecelerde birbirimize anlattığımız bir şeydi, bunun yanında elbette bir de yazınsal dil oluşmuştu, bu yazınsal dil tek başına üslup değildir, sözlü edebiyatın anlatıcıları da üslup sahibidirler. Bu konuşma, anlatma kültürünü bizim eğitimimizi tamamlayan modern anlatım biçimlerine taşımak istiyordum. 

Aktarmak değil ama. “Gömü” öyküsünü, Sus Barbatus!’u oluşturan hikâyeleri, olayları yaşayanların ağzından dinlediğim sırada, yani son on yıl içinde istediğim şeye biraz daha yaklaştığımı düşündüm. Ama artık çok gerekli olmadıkça yazdıklarıma “metin, kurmaca” filan demiyorum.

‘İNSAN HİKÂYE ANLATMAYA VE DİNLEMEYE MECBUR!’

- Özellikle bir konuyu konuşmak istiyorum. Sus Barbatus!, Doğa Betiği derken şimdi de Kaptan Kanca’nın Bir Macerası ve Ö.Y.Ö. Yazılış zamanlarını bilemeyiz ama üçü de son bir yıl içinde yayınlandı. Buradan baktığımızda “çok yazan” bir yazar olduğunuzu söyleyebiliriz. Çok yazmanın edebiyatımızda olumsuza yakın bir algı yarattığını düşünüyor musunuz?

Hiç umursamadığım bir şey. Az yazmanın da, çok yazmanın da bir önemi yok. Anlatacak bir hikâyesi olanın, eli kalem tutuyorsa, yazı da yazmak istiyorsa, yazması gerekir. Kendisinin bileceği bir şey. İnsan hikâye anlatmaya ve dinlemeye mecburdur. Kimse yazmasa da olur, oturur kahvelerde, evlerde ocaklarda anlatır dinleriz. 

İnsanın hikâyeye gereksinimi var, Midas’ın Kulakları hikâyesinde olduğu gibi. Yalnız, dediğim gibi, hikâyeye gereksinimimiz var, edebiyat parçalamaya ya da akıl vermeye, dünya çapında felsefi önemi varmış gibi ortaya sürülen “metin”lere değil. Neyse ki bizim edebiyatımız masallarla, hikâyelerle, şiirle doludur. 

Neyse. Sonunda demek isterim ki ben az yazdığımı düşünüyorum, çok yoruluyorum ve yazma alışkanlıklarım da biraz zorlayıcı, o nedenle oturup günde şu kadar çalışayım diye bir lüksüm yok. 

‘HAYALSİZ DOLAŞMAYI BAŞARAN İNSANIN İŞİ BİTER!’

- “Kaptan Kanca’nın Bir Macerası”, “Horla” ve “Gömü” aynı kahraman üzerinden ilerleyen öyküler. Aynı zamanda Sus Barbatus!’ta da yeri olan kahraman/anlatıcı bu öykülerde büyüyor. Düşler kuruyor, okuduğu kitaplara da değen bu düşler onda bazen gerçeğin önüne geçiyor. Kafasında eksik kalanı düşe dolduruyor. Tanığı olduğu hayatı böyle anlamlandırıyor. İşkence sırasında bile bundan vazgeçmiyor. Hatta güç buluyor. Öykülerdeki hayal ve gerçeğin paralel yürümesi hakkında ne söylemek istersiniz?

- Kitaptaki ilk üç öyküyü, Sus Barbatus!’un Orhan’ının ağzından anlatmaya çalıştım. Bu Orhan, Gülşen’le Mustafa’nın oğludur, okuyanlar anımsar, romanda hiç görünmez, yalnız sonunda tutuklandığı haberi gelir. “Çıvgın” da, Barbatus’tan önce yazdığım, oradaki Ece’nin Halil’le tanışmasını anlatan bir ön-öyküdür.

Orhan’ın anlattığı hikâyelerin ikinci romana yansıdığını göreceğiz daha sonra. Babası tutkulu bir edebiyat öğretmeni, sık sık gözaltına alınıyor ve “Horla”da polislere “Han Duvarları”nı okuyor. Orhan’ın yaşadığı hayal dünyasının izleri, daha o hiç ortada yokken, “Sencer ile Yusufçuk”ta ve “Kayıp İnci”de de vardı, böylece kitaplarım arasında Define Adası’nın, Arthur Gordon Pym’in ve Vahşetin Çağrısı’nın bir izi oluşmuş oldu. 

Ama dediğim gibi, bu yavaş yavaş oluştu bende, “Sencer ile Yusufçuk”ta, hikâye kahramanlarının anlatılarına kendi okurluğumu ve çocukluğumu nasıl dahil ederim diye düşünmeye başlamıştım. Bu şimdi, Orhan’la birlikte kendine beden bulmuş gibi oldu. Kitap okuyor ve yazarın düşlerine maruz kalıyor, öyle bakabiliriz. Ama dediğiniz gibi, hayal ve gerçek paralel ilerliyor, ben bu durumu, yaşamın kendi gerçeği olarak görüyorum. Bir bakıma, bu yolla, gerçeği daha açık yazmış oluyorum. Günlük yaşamın içinde hayalsiz dolaşmayı başaran insanın işi bitmiş demektir.

OKUMAYI SEVDİREN KİTAPLAR

- Kitap, bizi birçok şair ve yazara taşıyor. Bazen bir dize, bazen kitap adı, bazen de isimleriyle. Nâzım Hikmet, Melih Cevdet Anday, Hasan Hüseyin Korkmazgil; Orhan Kemal, Jules Verne, Maupassant, Poe… Bunlar anlatıdaki çocuk gibi sizin de ilk okumalarınız olabilir mi?

  • Kesinlikle, bana okumayı, edebiyatı sevdiren kitaplar bunlar. Yaşlandıkça, aradaki gençlik yıllarını ve gösteri zamanlarını çıkarırsak tabii, yaşlandıkça bu kitapların değerini daha iyi anladım. Yıllar yıllar sonra, Horla adındaki o küçük ve olağanüstü kitabın adıyla bir öykü yazmış oldum. Define Adası gibi, o da insanı büyüler; satırlar ilerledikçe, “metin” anlamını yitirir, yazarın sesi duyulmaya başlar, sonra o ses soyut bir anlatıcıya dönüşür ve bu yolla yalnızca hikâyeyle baş başa kalırsınız. Ama daha önce hiç duymadığınız, bütünüyle kendi özel havasını soluyan, yepyeni ve ürkütücü bir hikâye.

BİR VAŞAĞA İTHAF EDİLEN DOĞA BETİĞİ!

- Doğa Betiği’nin ithafının hikâyesini merak ediyorum. Bir vaşağa ithaf edilen bir kitap…

- Evet ilgi çeken bir şey oldu. Ben yıllarca Ağva’ya gittim geldim, bir zamanlar orada bir köyde küçük bir tarlamız vardı, otların içinde yatmak, su yollarını keşfetmek, kaplumbağaları, yılanları gözlemek en sevdiğim şeydi. Bu arada tabii çizimler yapıyor, betimlemeler yazıyordum. Ama daha çok hayvanları, ağaçları inceliyordum.

Örneğin, bizim dolaştığımız bölgede, ağustosun biriyle on beşi arasında ortaya çıkan, sonra birden kaybolup giden bir sinek vardır, iri, kemikli, acımasız bir sinektir. Uzaklardan üflenmiş bir ok gibi gelir, sizi sokmaz, adeta bıçaklar ve gider. Soktuğu yer zehirlenip kabarmaz, kesilir sadece. Birkaç yaz ben bu sineğin peşine düştüm, yakalayamadım ama işte yaşam süresini ve sokunca ne yaptığını öğrendim, ağustos başında gelip beni bulsun diye tişörtsüz dolaşırdım. Bu arada akbabalar, kartallar ve uzun boyunlu başka kuşlar gelirdi, ova ördek yuvaları ve köstebeklerle doluydu, ak yılanlar kaynaşırdı. 

İşte, bir keresinde bir vaşak gördüm, avının peşine düşmüştü, aslında o eğime inecek hayvan değildi ama gözü dönmüştü bir kere. Avın bazen avcısına böyle oyunlar oynadığı olur. Onu yukarıdaki ormanlardan alır, aşağıya sürer. O bataklıktan ondan sonra avcının da çıkması zordur. 

Neyse, ama bu hikâyeye kimse inanmadı, oysa bir vaşak görülmeyecek şey değil. Dostlar bunu benim doğasever yanımın düşü olarak değerlendirdiler demek. Yine de, o betimlemeleri ona adamak istedim. Umarım yukarıya dönebilmiştir.

‘DOĞA OLMAKLA DOĞA SEVMEK AYNI ŞEY DEĞİL’

- Doğa Betiği’nde kendini tamamıyla doğaya bırakmış bir insanın dinginliği var. Belki de bunun özleminde olmak böyle sanmamızı sağlıyor. Sade, sakin, kısa, aynı zamanda güçlü bir betik.  Fikrinin nereden kaynaklandığını, nasıl geliştiğini merak ettirecek bir kitap.

- Evet, dediğim gibi, çizimler yapıyor, kısa notlar alıyordum. Bunları ilerde tümüyle doğanın diliyle yazabileceğim bir roman olursa kullanabilirim diye düşünüyordum. Yani, bir bakıma, bütünüyle insansız ve eşyasız bir roman… Bir tür belgesel roman. Bunun için, doğaya asla bir doğasever gibi bakmamanız gerekir.

Doğa olmakla doğa sevmek aynı şey değildir. Bu yüzden, dil üretilmiş bir malzeme olduğu için öncelikle, olanaksıza yakın bir çaba gibi görünebilir. Yani dili görünmez kılmak gerekebilir. Neyse, sonra sevgili Çağlayan benden “888 Nüsha” dizisi için sıradışı bir şey istedi, notları toparlayıp çizimlerle birlikte ona teslim ettim.

DOĞA VE TOPLUM

- Kitaplarınız hakkında yazılan birçok yazıda doğa imgesi ön plana çıkıyor. Köpekler İçin Gece Müziği’ndeki sonbahar, Sus Barbatus!’taki kış anlatısıyla da zirve yaptı. Şimdi de Doğa Betiği… Anlatılarınızdaki doğa hakkında ne söylersiniz?

- Benim ulaşmaya çalıştığım şey, doğanın önce merakla izlenmesi, yani bir araştırmacı, bir doğa uzmanı olmadan, şaşırarak. Ama bunu ulaşabileceğim en yüksek dille yapmak, onun için yeni bir dil bulmak örneğin. Elbette altında, yanında, üstünde toplumsal sorunlarımız da var, çünkü hikâye ile düşünce birbirine karışıyor ve bununla birlikte üçüncü bir alan açılmış oluyor. O da hikâyelerdeki parçaların birer göstergeye dönüşmesine yol açıyor. Ama öncelikle, insanın doğanın bir parçası olduğunu kabul ediyorum, bu da günlük dilde bu ikisinden iki ayrı şeymiş gibi söz etmemeyi gerektiriyor.

- Şu klasik bir soruyu çok seviyorum. Tezgâhta ne var?

- Sonu gelmeyecek kadar çok şey; bitirebilirsem Sus Barbatus 2, Anadolu Masalları’nı kaynak aldığım bir öykü kitabı ve daha pek çok şey. 

Kaptan Kanca’nın Bir Macerası ve Öbür Yeni Öyküler / Faruk Duman / Yapı Kredi Yay. / 158 s./ Ekim 2019.



Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler