Hayat 'öğrenmeler' üzerine kurulu

Doktor, senarist, oyuncu, yazar Ercan Kesal, hikâyelerini topladığı ilk kitabının ismi "Peri Gazozu". Kesal, yanı başımızdan geçip giden, hiç fark etmediğimiz acıları anlatmaya çalışıyor. Basit ve sıradanmış gibi gözüken hayatların acısının ve şiddetinin daha güçlü olduğunu söylüyor. "Peşine düştüğüm şeyler tam da böyle ve tüm bunlar hayata sahip çıkmak için bize gerekli, çünkü hayat ‘öğrenmeler' üzerine kurulu" diyor.

Hayat 'öğrenmeler' üzerine kurulu
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 28.07.2013 - 09:34

Ercan Kesal’a göre en canlı anılar çocukluğa ait. O yüzden hep bir yanımız orada duruyor. Erkek çocukları ise babalarını büyüdükçe tanıyor, anlıyor. Bu yüzde bu tanışmaya geç kalmamak da önemli. Peri Gazozu ise bir taşra hikâyesi. Doğduğu, acılarını, sıkıntılarını ve çaresizliğini çok iyi bildiği coğrafyada bu kez “kasaba bürokratı” olarak dönen bir doktorun hikâyesini anlatıyor. Kesal’ın anlatımı yine keskin, derdi de büyük.

- “Gökyüzü gibi şu çocukluk hiçbir yere gitmiyor” der Edip Cansever. Sanırım siz de çocukluğunuzu hep yanınızda taşıyorsunuz?
- En canlı anılar çocukluk anılarıdır. Sanatın da en saf hali “çocukluk” değil midir zaten? Kitabımın sunuş bölümünde Bergman’dan bir alıntı yaptım, “İnsan bir ipekböceği gibidir ağacın yaprağına tünemiş. İşte o ağaç çocukluktur. Ondan beslenir, zamanla olgunlaşır, büyür ve son bulur”. Ben de çocukluğumdan besleniyorum. Kalabalık, büyük bir çiftçi ailesinde büyüdüm. Geniş aileler iyidir, insana güven verir. Sofralarınız hep büyüktür. Hem sonsuz bir şefkat, güven çemberi sarar sizi, hem de kendi işinizi kendiniz görmeniz gerektiğini öğretir. Çünkü kalabalıkta görülmezsiniz ve bu yüzden aç kalabilirsiniz. Fark edilmemenin getirdiği özgürlükle birlikte, ayakta kalmak için mücadele etmeyi bilmeniz de gerekir.
- “Ben büyüdüm baba” diyorsunuz bir hikâyenizde. Çocuklar büyüdüklerini ne zaman anlıyorlar ya da erkek çocukları babalarını biraz geç mi tanıyor?
- “Ne alakası var baba!” hikâyemle “ben büyüdüm baba” hikâyesini yan yana okumak gerekli. Babalarımızın bize söylediklerine karşı ilk cümlemiz “Ne alakası var ya baba!” oluyor. Ama, asıl şimdi bu yaşlarda “çok alakası varmış” diyebiliyoruz, o gençlik itirazının yerini ihtiyaç ve hayıflanma alıyor. Bu bir döngü, benim babamla kurduğum ya da kuramadığım ilişkim şimdi yedi yaşındaki oğlum ile sürüyor. O da benimle sürekli bir pazarlık halinde ve kendi bildiğini okumaya çalışıyor. Yedi yaşında ama, her şeyi bildiğini iddia ediyor! Yazımda “ben büyüdüm artık ölebilirim” diyerek, biraz acıtıcı şekilde bitiriyorum. Çünkü ölüm ve yaşam meseleleri baba oğul ilişkilerinde çok temel bir hesaplaşma alanıdır aslında.
- Öyküleriniz sert, yakıcı. Hayatın keskin yanını mı görmek istiyorsunuz sürekli?
- Sizin hangi zaviyeden baktığınızla da ilgili. Ben, yanı başımızdan geçip giden, hiç fark etmediğimiz acıları anlatmaya çalışıyorum. Basit ve sıradanmış gibi gözüken hayatların acısı ve şiddeti daha güçlüdür. Yani insanlar Çehov’un dediği gibi, “Günlük yaşantılarında durmadan birbirlerini öldürmezler, boyuna kendilerini asmazlar, durmadan birbirlerine âşık olmazlar, hep akıllıca konuşmazlar. Daha çok yerler, içerler, gevezelik ederler, saçma sapan şeyler konuşurlar. Fakat bütün bu olaylar sırasında mutlulukları yaratılmakta ya da hayatları paramparça olmaktadır.” Peşine düştüğüm şeyler tam da böyle ve tüm bunlar hayata sahip çıkmak için bize gerekli.
- Zor bir hayat yaşadığınız anlaşılıyor. Ama tüm bunlar da sizi bu günlere getirmiş...
- Hayatın “öğrenmeler” üzerine kurulduğunu düşünüyorum. Her şeyin öğrenildiğini ve öğretilebileceğini yaşadım her seferinde. Bu yüzden yoksulluğun ya da sıkıntıların da iyi birer öğretmen olduğunu söyleyebilirim…
- “Derdimiz dilimizi belirler” demiştiniz...
- Öyle değil mi? İnsanın içindeki dert ya da sıkıntı neyse onun peşine düşüyor, dili de ona evriliyor. Bana bunu hastalarım öğretti.Tıp fakültesinde öğrenciyken rahmetli İsmail Ulutaş hocamız “hasta kapıdan girip sandalyeye oturuncaya kadar eğer teşhisi yüzde 50 nispetinde koyamazsanız iyi bir hekim değilsiniz” derdi, “her hastanın bir yürüyüşü, bakışı, kokusu vardır. Bunları bileceksiniz ondan sonrası şov...” derdi. Asıl ondan sonrası daha zahmetli bir işmiş, onu da sahada öğrendim. Hastanın derdiyle “hemhal” olmak. Onların derdini içinde duymak, “diğerkam” olmak. Yazdıklarım, hayatın ve hastalarımın bana öğrettiklerinin kâğıda dökebildiğim parçalarıdır.
- Peri Gazozu nasıl hayat buldu?
- Önce Radikal’de yazma serüvenim başladı. Koray Çalışkan’dır bunu ilk düşünen ve beni ikna eden. Sonra yazılar çok sevildi. İletişim’den de “kitap yapalım” teklifi gelince, Peri Gazozu dolmaya başladı. Gazetede yazdıklarım ister istemez gazete formatına uygun ve kelime sayısı sınırlıydı. Ekonomik yazmayı öğrenmiştim ama bu arada, zaten şairlik de var serde. Kitap için hazırlanırken, editörüm Tanıl Bora’nın da önerisiyle her yazıyı elden geçirerek, bütünlüğünü bozmadan genişletmeye çalıştım. Daha önceden yazdığım uzun hikâyelerden dördünü de kitaba ekledim. Bunlar da yine, mecburi hizmet günlerimden kalan anı ve gözlemleri içeren hikâyeler. Ortaya 31 hikâyeden müteşekkil bir kitap çıktı. İster okuyun, ister seyredin!
- “Peri Gazozu” bir taşra hikâyesi, peki taşra sizin için ne anlama geliyor?
- Taşra, benim köklerim. Çocukluğum, ilk gençliğim, ilk aşkım, ilk hayal kırıklığım belki…Sosyal anlamda ise ne köy, ne de şehir. Arada bir yer. Ben, kasabada büyüdüm sonra büyük şehirde doktor oldum. Mecburi hizmette ise yine kendi topraklarıma döndüm. Acılarını, sıkıntılarını ve çaresizliğini çok iyi bildiğim coğrafyada bu kez “kasaba bürokratı” olarak yerimi aldım. Bu yüzden her iki tarafın duygularını da aynı yoğunlukta yaşıyorum herhalde.
- Yazının vicdanı önemli ama insanın vicdanı yok gibi. Bunca acıyı yaşamış bir coğrafyada vicdanla olan sıkıntının nedeni ne olabilir?
- Bana göre “vicdan” “bilinç”tir. Bilincimiz, yani hafızamız. Geçmişimizden bugüne yaşayıp biriktirdiğimiz her şeyi “anılarımız, hafızamız, belleğimiz” diyerek bugüne taşıyoruz. Bellek, şimdinin içinde ne duruyorsa, hepsi. Nasıl yaşadıysanız, neler yaptıysanız, ne biçimde hareket ettiyseniz, hepsi de hafızanıza kaydoluyor, o da vicdanınız zaten. Bu yüzden unutmak ihanettir ve hafızasızlık vicdansızlıktır. Bunca acının yaşandığı coğrafyada vicdanlı kalabilmenin tek yolu hayatı hatırlatmak ve ona her şeyiyle sahip çıkmaktır… (Fotoğraf: Vedat Arık)


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler