İdeal Olanın İmkânsızlığı Üzerine Bir Giriş…
Bir insanın günlük hayatında yüksek standartlara sahip olması, moda deyişle mükemmeliyetçi olması belli açılardan anlaşılabilir bir durum elbette.
Alper Hasanoğlu, Cumhuriyet Cumartesi eki için yazdı.
İnsan neden ideal olanın peşinden koşar? Var olandan memnun olmadığı için mi, yoksa kendi içindeki başka türlü memnuniyetsizlikler mi koşturur insanı idealin ardından? Bir insanın günlük hayatında yüksek standartlara sahip olması, moda deyişle mükemmeliyetçi olması belli açılardan anlaşılabilir bir durum elbette. Herkes kendisini oldukça yetersiz, başarısız, beceriksiz, değersiz vb. hissediyor çünkü. Kötü bir tat bırakır insanın ağzında elbette kendini böyle hissetmek. Zamanımızın en büyük gerçekliklerinden biri, artık hiç kimsenin kendini yukarıdaki olumsuz tanımlamaların dışında hissedebilir durumda olmadığı gerçeği, bir tokat gibi çarpıyor herkesin yüzüne.
Adler’in insan tanımlarının Freud’un tanımlarından daha önemli olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz artık, bilmem ruh sağlığı profesyonelleri farkında mı bunun? Adler’in, ‘aşağılık kompleksi’, ‘güç peşinde koşma’, ‘toplumsallık duygusu’ gibi tanımları günümüz insanının kendisiyle ve toplumla ilişkisini belirleyen en önemli kavramlar oldu epey bir zamandır.
Aslında ben Platon’un idealar öğretisini tartışabilmek istiyordum bugün. Söz beni başka yerlere doğru sürükledi. Elbette olmadık ve ilgisiz kıyılar değil sözün gittiği yerler. Platon’un hayatıyla paralel düşünmeye çalışıyordum idealar öğretisini, sonra aklıma Dostoyevski ve Adler geldi. Adler’in bireysel olarak tanımladığı aşağılık kompleksinin, Dostoyevski kahramanlarının toplumsal bir aşağılanmış ve ezilmiş hissetme haline işaret ettiğini düşündüm. Peki sadece antik Yunan’ın değil, bütün felsefe tarihinin en büyük filozofu olarak görülen Platon neden çok ama çok az ölümlünün anlayabileceği kadar yukarılarda konumladığı ideaların peşinde koşar ve biz sıradan insanları idealden pay bile alamaz bir halde ortada bırakır?
Platon’un MÖ 427 yılında Atina ya da yakınlarındaki bir adada doğduğu söylenir. İlk gençliğinde şair olmak ve politikayla uğraşmak istiyordu. Zeki ve iyi eğitimli bir genç için anlaşılabilir bir durumdur bu. Gençliği Atina’nın kültürel açıdan en yüksek dönemlerine rastlamış olduğu ve aristokrat bir aileden de geldiği için, o zamanın koşullarında ideale yakın bir hayat sürebiliyordu. İnsanların çok büyük bir kısmının köle olduğu düşünüldüğünde, ne demek istediğim daha iyi anlaşılabilir.
Edebiyatın çeşitli alanlarında bir şeyler yazması ve bunları bir türlü beğenmemesi mükemmeliyetçiliğinin sınırlarını anlatmak için yeterlidir sanırım. Bunu neye dayanarak söylediğimi sorarsanız, size yazdığı diyalogların edebi bir eser olarak da okunabileceğini ve diğer filozoflardan en önemli farklarından birinin de bu olduğunu söyleyebilirim. Hiçbir zaman Aristoteles gibi kuru ve can sıkıcı bir şekilde yazmamıştır. Her zaman merak uyandıran, eğlendiren bir yanı da vardır diyaloglarının.
Ne zaman ki bol, pis ve şarap lekeli harmanisiyle Sokrates’le tanışır, hayatı da değişir Platon’un. Edebiyatı da politikayı da bir kenara bırakır ve Sokrates’in sadık bir öğrencisi olur. Bir Sokratesçi olarak sadece bilgi ve erdem sorunları ilgilendirir Platon’u başlangıçta. Bilgi en büyük erdemdir Sokrates’e göre ve bilgi sahibi olan hiç kimse kötü olamaz. Bilgi iyiyi zorunlu olarak beraberinde getirir Sokrates’e göre.
Ne kadar naif bir düşünce! Dostoyevski sekiz yıl suçlularla birlikte yaşadığı sürgün yıllarında suçluların nasıl iyi olabildiklerini, kötünün ve iyinin her şeyden bağımsız bir şekilde insanın ruhunda yan yana ve hiçbir çelişkiye mahal vermeden nasıl var olabildiklerini gözlemleme fırsatı bulmuştur.
Platon’un tanık olduğu en büyük kötülükse, uyuz bir ata benzettiği Atina’yı biraz olsun harekete geçirmek için bir at sineği gibi onu rahatsız eden Sokrates’in idama mahkûm edilmesi ve baldıran zehri içerek hayata gözlerini kapamasıdır. Bu büyük haksızlık karşısında müthiş bir hayal kırıklığına uğrayan Platon, bir süre Atina’dan uzaklaşır.
Sokrates’in hayatta kalması için bilginin ve iyinin yeterli olmaması gerçeği karşısında ne yapabilirdi büyük filozof? Elinde yalnızca felsefe vardı ve o da yavaş yavaş idealar teorisini geliştirdi. Bu teoriyi geliştirirken yazdığı diyaloglarının baş kahramanı hep Sokrates oldu. Hocasına olan gönül borcunu böyle ödedi. Tek bir satır bile yazmamış olan Sokrates’in, felsefe tarihinin en önemli şahsiyetlerinden biri olmasına vesile oldu.
Peki Platon neden ideal peşinde koştu? Var olan gerçeklik neden yeterli gelmedi ona da ancak ve ancak filozofların ulaşabileceği bir erdem olarak, göklerdeki bulutların arasına yerleştirdi ideaları? Sanırım bu kadar sevdiği birinin bir daha böyle bir haksızlığa uğramasını kaldırabilecek durumda değildi. Kralların filozof olması gerekliliği de hayatı kontrol etme arzusundan doğdu.
Ve bu arada ideaların ortaya çıkış hikayesi de sanırım haftaya kaldı.
En Çok Okunan Haberler
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Emekliye iyi haber yok!
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- MHP'den 'asgari ücret' önerisi
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- Devrim Muhafızları'ndan Suriye çıkışı
- 'Kayyuma değil, halka bütçe'
- Arda Güler'in 2 asisti Madrid'e yetmedi