Oscar Wilde’ın rock’taki karşılığı...
Adını The Smiths’in ilk albümündeki bir şarkıdan alan “England is Mineİngiltere Benim”, rock’ın nerdeyse 40 yıllık tarihine damgasını vurmuş Morrissey’in gençlik dönemini anlatıyor.
Cem Yılmaz’ın yeni filmi “Arif V 215”in gösterime girdiği bu hafta, Vincent Van Gogh’un hayatı ve gizemli ölümü üstüne, üstadın yağlı boya resimlerinden hareketle, normal çekimle animasyonu kaynaştıran, yepyeni bir tarzda çekilmiş, şimdiye dek görülmemiş bir deneme niteliğindeki “Loving Vincent- Vincent’i Sevmek”i görüp yazmak niyetindeydim ama heyhat, Başka Sinema’nın Beyoğlu’ndaki mabedi olan salonda ne yazık ki gösterilmiyordu bu tüm sinefilleri mestedeceği kesin, mutlaka görülesi film. Ben de şimdilik sadece fragmanını seyretmekle yetindiğim “Vincent’i Sevmek” yerine kısa filmden yetişme, İngiliz yönetmen Mark Gill’in doğrusu bir ilk filmden beklenmeyecek düzeyde başarılı ilk uzun metrajı “England is Mine-İngiltere Benim”e yönelmek durumunda kaldım.
Kimilerince İngiliz rock tarihinin çığır açıcı, en iyi gruplarından biri sayılan, 1980’li yılları zirvede geçiren The Smiths’in, İrlanda kökenli, Stratford’lu solisti Morrissey’in ilişki kurmakta zorlandığı, yoğun aile baskısı yaşadığı, işsiz, asosyal, içe dönük, sorunlu, mutsuz ilk gençlik yıllarına bakan “İngiltere Benim”, alışılmış ‘biopic’ standartlarına yüz vermeyen bir arayış ve büyüme hikâyesini perdeye taşıyor.
Şaşkın ve hep suskun...
Manchester’da 1976’da başlayan film, sürekli iş bul diyen babası (Peter McDonald), sevecen annesi (Simone Kirby) ve aksi kız kardeşiyle (Vivianne Dell) birlikte yaşadığı evinde kâh daktiloyla kâh kalemle habire yazıp duran, not alan, ironik şarkı sözlerini deneyen, edebiyat meraklısı, Oscar Wilde hayranı ve David Bowie, Roxy Music, New York Dolls, Sex Pistols, The Clash dinleyen, kendi sesine hayran, ‘anasının kuzusu’ Steven Patrick Morrissey’in (Jack Lowden) henüz 20’li, toy, tıfıl yaşlarındaki şaşkın, hep suskun halini yansıtıyor.
Keşfedilmiş bir deha...
Onun somurtuk suratını daha fazla çekemeyen sivri dilli Angie’nin (Katherine Pearce) terk ettiği, gencecik ‘tutunamayan’ Morrisseyimiz ‘keşfedilmemiş bir deha olmanın sıkıntıları’nı (!) sürekli yaşıyor, baba zoruyla işe girdiği ve hep geç kaldığı için amirinden (Graeme Hawley) azar işittiği, tepeden torpilli, ukala Christine’in (Jodie Comer) de ilgisini çekiyor ancak cinsel tercihleri biraz muğlak Morrissey aslında sergi açmak için Londra’ya davet alan punk ressam Linder’e (Jessica Brown Findlay) yanık içten içe.
Gelirler İdaresi’nde vergi memurluğu yapıyor ya da hastane hademesi olarak çalışıyor ama hep mutsuz o. Neyse ki ayaküstü tanışıp yakınlaştığı, fotoğraflardan kestiği, mahrem anatomik insan bedeni bölümlerini montajlayarak erotik kompozisyonlar yapan, girgin, girişken, seksi punk sanatçı Linder (Jessica Brown Findlay) sayesinde, ufkunu genişletip biraz sosyalleşiyor, sonrasındaysa artık sadece kendisi olmaya odaklanıyor, usta yazarı Oscar Wilde’dan esinlenerek.
Ölüp Jane Austen’ın mezarına gömülen eski ‘Romantik İngiltere’nin yasını tutup çıkışı müzikte arayan Morrissey’in Londra’nın yolunu tutan gitarist Billy’nin ardından müzisyen Johnny Marr ile arkadaşlığı ilerde The Smiths grubunu doğuracaktır...
Hüzünlü ve melankolik
Senaryosunu Morrissey’in 2013’te yayımladığı otobiyografik anılarına bağlı kalarak William Thacker’le birlikte yazan yönetmen Mark Gill’in filme kazandırdığı hüzünlü ve melankolik atmosferi kadar, hayatın girdaplarına kapılıp dibi boylamaktan kurtulabilip zaman içinde efsaneleşmiş bir ‘rock ikonu’na dönüşebilen Morrissey’in gençliğini canlandıran genç oyuncu Jack Lowden’in başarılı yorumunun da payı var kuşkusuz.
Hayranlarınca beklenenin tersine, Morrissey’in seslendirdiği The Smiths şarkılarına yer vermeyen film, müzik-edebiyat tutkunu, gözlüklü Morrissey’in kafasının epeyce karışık olduğu ergenlik yıllarına, gel-giti bol ruh haline kamera tutan ve dönemin melankolik havasını verebilen, farklı bir biyografik film. Bizi, güfteleri, şarkıcılığı ve sahne hâkimiyetiyle yıllar yılı ünlenmiş Morrissey’in ilk gençliğine götüren filmin etkileyici görselliğinde kameraman Nic Knowland’in de katkısı var kuşkusuz.
Cinselliğine ilişkin bunca yıldır ser verip sır vermeyen, yaşamı boyunca aklın, ruhun özgürlüğünü önemsemiş bu ‘hem kırılgan hem de kışkırtıcı’ olan rock ilahını The Smiths’e götüren yollara, geçitlere dair çekilmiş bu farklı biyografik filme meraklısının ilgisiz kalmayacağını sanırım.
En Çok Okunan Haberler
- İBB, Bilal Erdoğan dönemindeki taşınmazları geri aldı
- Erdoğan'dan flaş 'Suriyeliler' açıklaması
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- 'Onun ne olduğunu iyi biliyoruz'
- WhatsApp, Instagram ve Facebook'ta erişim sorunu!
- Polis müdürlerine gözaltı: 'Cevheri Güven' ayrıntısı
- O ülke Suriye büyükelçiliğini açıyor!
- Hamaney 'Suriye' sessizliğini bozdu!
- ABD basınından Esad iddiası