Ötekinin hikâyesi

Hüseyin Edemir, 21 öyküden oluşan üçüncü kitabı “Yeşil Bir Ülke”de, mültecilerin yaşama tutunma çabasından, çocukluğunun geçtiği Alevi köylerine, ötekilerin öykülerine odaklanıyor.

Yayınlanma: 28.05.2018 - 09:14
Abone Ol google-news

Genç kuşak yazarlardan Hüseyin Edemir’in üçüncü kitabı, “Yeşil Bir Ülke”, NotaBene Yayınları’ndan çıktı. 21 öykünün olduğu kitap, “İçimdeki Kaçak”, “Ölülerin Kalbi” ve “Sarı Çocuğun Anlattıkları” başlıklarıyla üç bölümden oluşuyor. Edemir, mültecilerin yaşama tutunma çabasını akıcı bir dille anlatırken, çocukluğunun geçtiği Alevi köyünü de masalsı bir tatla okurlarına sunuyor. Edemir, Türkiye’de firari olduğu dönemde kaleme aldığı öykülerini yayınevine teslim ettikten sonra yola revan olmuştu. İsviçre’deki yeni yaşamının armağanı oldu son kitabı. Edemir, “Yola çıkmadan önce yayınevine kitabı teslim ettim. ‘Gidiyorum. Ölürsem de kalırsam da bu hikayeleri basın’ dedim” diyor. Edemir ile son kitabını ve edebiyat yolculuğunu konuştuk.

Akademisyen olacakken, haksız bir tutuklama seni yazarlığa yöneltti. Yazmaya nasıl karar verdin?
Edebiyat tohumları hapishanedeyken düştü gönlüme. Yaşadıklarımın sonucu olarak kendimi bilgisayar başında yazarken buldum. Bu süreç kırık duyguların ve yitik umutların depolanmasıyla belki anlaşılabilir. Tutukluluğumda, hücrem hapishaneydi, firariliğimde koca bir ülke hapishanem oldu. Çaldığım her kapı yüzüme kapandı. Belki de ben zaten kilitli kapıları zorluyordum... Dile kolay! Bu süreç tam 5 yıl sürdü. Kapılarını kıramadığım ülkenin duvarlarını aşıp kaçtım. Şimdi, bir ırmak kenarında sırtımı bir ağaca yaslayıp ufka baktığımda yine o günleri anımsıyorum. Korku iklimi öyle kuşatmıştı ki insanları selamımı bile almaya çekiniyordu, tanıdıklarımın çoğu. Artık kendimi fazlalık gibi hissediyordum İstanbul sokaklarında yürürken. Dişimle tırnağımla edindiğim ne varsa kaybetmiştim, babamın ölüm acısına gark olmuştum. İşte yazmaya tam da böyle bir ortamda başladım. Daha önce Cumhuriyete verdiğim bir röportajımda dediğim gibi yazarlar, yazmak için yaşarlar. Oysa ben yaşamak için yazdım.

İlk iki kitabın romandı. C-84 ve Aşağıdan. Öykü yazmanın keyifli ya da zor yanları neydi senin için?
Roman yazarken içine düştüğüm bunalımları öykü kitabı sürecinde yaşamadım. Kitaba adını veren Yeşil Bir Ülke haricindeki öyküleri iki veya üç günde bitirdim. Yeşili olmayan bir ülkeden adını alan bu öyküyü ise üç ayda tamamlayabildim. En keyifli kısımları ise çocukluk yıllarımdan esinlenerek yazdığım kitabın üçüncü kısmını oluşturan “Sarı Çocuğun Anlattıkları” idi. Arada bir aile bireylerine okuyup onların tepkilerini ölçüyordum. Bu durumda gerçeği bozduğum veya çarpıttığım için bazı hoş münakaşalar yaşamadık da değil. “Bu bir anı kitabı değil,” diye ikna etmeye çabaladım onları...

Yeşil Bir Ülke’deki karakterlerin çoğu, hayatın kıyısında. Mülteciler, yoksul insanlar... Bu öykülere odaklanmanın özel bir nedeni var mı?
Yazmaya başladığımdan beri ötekilerin hikâyesini anlatıyorum. Benzer acıları ve sorunları yaşamış olmam belki de farkına varmadan beni bu limana sürüklüyor. Öte yandan tarihsel özne olarak ötekilerin rolüne odaklanmamdan kaynaklanıyor.

Nedir o rol?
Geçmişin büyük dönüşümlerinin ortak özneleri günlük hayatta hep gadre uğrayan insanlardır. Çoğu zaman da çaresizlerdir. Hapsoldukları sorunların yumağı içerisinde kendilerine küçük dünyalar yaratıp içinde yaşayan insanlardır. Hedefleri karnını doyurmak için bir kap buğday dilenmek, bir nehri geçmek, sahte bir pasaport ele geçirmek olan insanlar gün geldiğinde nice sultanları tahtından ettiler ve edecekler. Bu açıdan onların hakkını teslim etmeye çalışıyorum. Bireyin en insan haline odaklanma fırsatı buluyorum.

Edebiyatı bir direniş alanına çeviriyorsun yani...
Rutin ve görece daha konforlu hayatı süren sıradanlaşmış insanların yerine savrulan, kaybolan, düşen, düştüğü yerden kalkan, umuduna sarılan, yollarda ya da hayatın içinde heba olanlar en yalın haliyle insandırlar. Biliyorum, ürkütücüdürler. Korkunç gelirler sıradanlaşmış insanlara. Sadece sokaklarda değil kitaplarda ya da film sahnelerinde de görülmek istemezler. Böylelikle potansiyel okuyucuyla da kavga etme imkânı buluyorum. Öykülerimin özne seçimiyle günümüzün suya sabuna dokunmayan “makbul edebiyatına” karşı da bir duruş sergilemiş oluyorum. Bundan dolayı da mutluyum.

Kitaba ismini veren öykü Yeşil Bir Ülke’de, Süleyman kardeşleri için mücadeleden vazgeçmiyor. Ülkeleri aşıp Türkiye’ye geliyorlar. Sence yolun sonunda özlemi duyulan ülke var mı? Yoksa, kahramanları bir hayal kırıklığı mı bekliyor?

Umuda duyulan bir özlem bu. Bütün kötülüklere ve olumsuzluklara sorulmuş hayal yüklü bir soru. Böyle bir soruya günümüz dünyasında cevap bulmak mümkün mü? Bu sorunun cevabı Süleyman ve Samia’nın da cevabı olacaktır. Bu sorunun yanıtlanması ne kadar zorsa sorulması da bir o kadar güzel ve elzem. Benim cevabım aramaya devam edecek. Süleyman o kadar azimli ve kararlı ki bulamazsa bile inşa etmeye çalışacaktır. Belki dönüp Nijer’i yeşertecektir.

Kitabın son bölümünde, bir Alevi köyünde yaşananları ‘Sarı çocuğun’ gözünden okuyoruz. İçten, sıcak, yalın bir anlatımla sanki çocukluğunun sokaklarında geziniyorsun. Neler hissettin bu satırları yazıya dökerken?
Makbul ve meşhur edebiyatın sırtını döndüğü konulardan biri de Aleviliktir. Birkaç eseri dışarıda tutarsak Aleviler görmezden gelinmiştir, Alevi meselesi yok sayılmıştır. Sırtı dönük, gözleri kapalı bu adama en güzel cevabı bir çocuk verebilirdi. Tüm sevecenliği ve saflığı ile “Sarı Çocuk” kendini haykırıyor aslında. Tamda böyle bir ruh hali içinde yazdım kitabın bu kısmını. Yazım aşamasında sık sık köyümün fotoğraflarına baktım. Yörenin türkülerini dinledim. Öykülerin anlatıcısı çocuğun ruhunu kuşanıp yazdım o öyküleri.

Kitabını annene ithaf ettin. İlk iki kitabını yazarken annen yanındaydı. Şimdi aranıza kilometreler girdi...
Annem hayatımın en büyük emektarı. Düşünün: 6 çocuğunuz olmuş, sadece birini okutabilmişsiniz. O da yeraltı hayatı yaşamaya mecbur kalmış. Ben ona bakarken bunları düşünüyordum. O da aynı anda sessizce bana bakıyordu. Kim bilir içinden neler geçiyordu. Firari yıllarımın yoldaşıdır annem.

Yurtdışında olmanın edebiyatına yansımaları var mı?
Benim üzerimden gelişen korku iklimini hala hissediyorum. Selamımı almaya korkan insanlar kitaplarımı okumayı da tereddütle karşılıyorlar. Türkiye’deyken bir tanıdığımın kitabımı gazeteye sarıp siyah bir poşete koyduğuna tanıklık etmiştim. Bunu anlıyorum ama sindiremiyorum.

Son olarak, edebiyatın neresinde duruyorsun? Nasıl tarif ediyorsun yazarlığını?
Bana göre, edebiyat çoğu zaman gerçeği yeniden yaratmaktır. Eğer kavramsallaştırmak gerekirse edebiyattaki çizgim “Protest Edebiyat” olarak adlandırılabilir. İçinde daha çok adalet talebi barındıran ve haksızlığa karşı duran bir çizgiyi gözetiyorum. Bu aslında sadece sistemlere ve iktidarlara değil aynı zamanda günümüz ‘makbul ve meşhur’ edebiyatına da muhalefet etmektir. Elimden geldiğince dil estetiğinden taviz vermeden protest edebiyat duvarına taş koyma gayretindeyim.

 

 

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler