Saflık ve saf tutmak üzerine
Ali Vatansever ile Toronto’daki ilk gösteriminde çok beğenilen “Saf” üzerine konuştuk. Kutuplaşmanın yoğunlaştığı bir toplumun zor koşullarında yaşam savaşı verirken saf tutmaya zorlanan insanların ruhsal dalgalamalarına ve psikolojik dönüşümlerine odaklanan genç yönetmen, siyah-beyaz karşıtlığının keskinleştiği bu ortamda, grinin farklı tonları üzerine bir film yapmak istediğini vurguluyor...
-Hikâye nasıl ortaya çıktı? Neden kentsel dönüşüm konusuna el atmak istediniz?
İlk filmim “El Yazısı” 2012’de vizyona girdiği zaman, herkes “aman ne kadar naifsin, ne kadar saf bir hikâye bu?” demişti. Saflık konusu sürekli tartışılıyordu. Ben de “naif olmak, saf olmak ne demektir?” bunu düşünüyordum hep kafamda. İlk filmim rüzgârla alakalıydı aslında. Doğa ile insanın uyuşmazlığıyla, buradaki sıkıntıyla alakalıydı. Rüzgar sürekli bir dönüşüm çağrısı yapıyordu o filmde. İnsanlar, kendi pozisyonlarını koruyabilmek için her şeye katı yaklaşırlar genellikle. İnsan doğası kendinden sonraki kuşağın önüne set çekerken, doğa sürekli dönüşüm içindedir...
Rüzgâr temasından sonra toprakla ilgili bir şeyler yapmak istedim.Toprağın doğurganlığı yanında, bizim toprağa sınır çizerek sahiplenme refleksimiz, burası benim diyen kısıtlayıcı, çoraklaştırıcı yaklaşımımız üzerine bir film tasarlıyordum...
-Fikirtepe’deki eski evde bu nedenle mi bir sebze bahçesi var?
Aynen. Orası bir ara geçiş bölgesi zaten. Kırsal yörelerden gelip büyük kente uyum sağlamakta zorlanan, iki arada kalmış insanların yaşadıkları zor bir geçiş sürecinin mekânı. Senaryonun yazılım sürecinde daha çok sivil toplum örgütleriyle birlikte şehir ekseni üzerine çalıştım. Zaten bu konularla ilgiliyim. Eşim mimar, ben de tasarım okudum. Dolayısıyla şehir ölçeği bizim gündemimizde hep var. Özellikle yerel eksen üzerinde çalıştık. İstanbul, yerelleşme, yerinden yönetim, katılımcı demokrasi eksenleri üzerinde çalıştık. Bilirsiniz, kentsel dönüşüm konusunda bizim çok katı, mesaj dolu bir duruşumuz oluyor genellikle; siyahlarla beyazların bol olduğu bir saf tutma durumu bu aslında. Dönüşüm yanlısı bir grup, “tamam, çok dönüşsün” diyor; öteki grup da dönüşmeye tamamen karşı. Her konuda olduğu gibi arada bir şeyler yok. “Saf” işte bu manikeist durumu hedef alıyor...
-Senaryo zaman içinde nasıl gelişti ?
Bir gün Fikirtepe’ye gittiğimde, inanılmaz, masif bir dönüşümle karşılaştım. Bir tarafta kamyonlar vızır vızır gidip geliyor ama ortada yol yok, her taraf tamamen toprak. Çevre oyuk alanlarla, inşaat şantiyeleriyle dolu. O anda iki kadın çıktı önümüze. O toz toprak içinde, ellerinde torbalar, pazardan dönüyorlardı. Günlük yaşamlarını sakin sakin sürdürmekteydiler... Biz dışarıdan baktığımızda, oradaki insanların mücadeleci olduklarını, dönüşüm sürecine karşı sürekli haklarını aradıklarını falan düşünürüz hep; onlar, aslında günlük yaşamlarını o koşullarda sürdürmek zorunda kalan insanlardır... Sahaya gittiğinizde görüyorsunuz ki, organik bir dönüşüm sonucunda kabullenme durumu var. Benim merak ettiğim de buydu zaten. Onca direnişten, mücadeleden sonra kabul ve tamamen teslimiyet sürecine nasıl geçiliyor? İşte bu gri alan çok önemli. Siyahlarla beyazlar üzerine konuşmak kolay; mesaj dolu sert bir film yapmak da çok kolay.
Dönüşen insanın kendisi...
Fikirtepe’ye birkaç kez gidip geldikten sonra şunu fark ettim: Aslında, dönüşen şehir değil, insanın kendisiydi... Bu saptama yazdığım hikâyenin asıl meselesini kavramamı da sağladı. Bir projeyi bütçe oluşturup filme dönüştürmek biliyorsunuz çok zaman alıyor ama ben bunun bir noktada hayırlı olduğunu düşünüyorum. Zamanla hikâyenin özüne inebiliyorsunuz. Bu gerçeği kavradıktan sonra, birden önümde yepyeni kapılar açıldı. Mesajlar balonundan kurtulup hikâyeyi insan ölçeğine oturttum. İki karakterin psikolojik dönüşümüne odaklandım. Çevremizdeki büyük olaylar karşısında naif kalabilir miyiz ? Şehir dönüşürken, etrafımızda canavarlar varken, nasıl oluyor da siyah-beyaz ikilemi dışındaki gri alanlara giriyoruz? Bir süre sonra da karşı tarafta bulabiliyoruz kendimizi? Kafalarımız içindeki dönüşüm hali beni çok ilgilendiriyor. Kendimizi sürekli direniş içinde hissettiğimiz zaman, dışarıda düşmanlarımız olduğuna inanırız hep. Bu düşmanlara karşı insan kalmaya, naif kalmaya çalışarak mücadele etmeye çalışırız. Ancak, canavarlarla boğuşurken, o canavarın aslında içimizde olduğunu göremiyoruz; bir noktada o canavarı reddettiğimiz için göremiyoruz; içimizde yuvalanmış olabileceğini kabullenmek istemediğimiz için göremiyoruz. Dışarıdan gelen bir nefretle karşılaştığımızda da, kendi içimizdeki nefreti es geçtiğimiz gibi... Bu film, iki karakter üzerinden, insan olma halini tartışıyor. Yumuşak, yardımsever, insancıl güzüken Kamil karakteri aslında içindeki kötülük tohumunu reddederek sürekli iyi olma halinde kalmaya çabalıyor; biriken öfkesi, köşeye sıkışan kedinin panter gibi sıçraması misali, patlayıveriyor; reddettiği canavar ortaya çıkıyor... Remziye ise, dışardan bakıldığında, Kamil’i çekip çeviren, gerçekçi, otoriter mizaçlı, içindeki kötünün farkında olan standard mahalle akıllısı, fırsatçı bir karakter gibi algılanıyor.
Aslında kimse kötü değil
Ancak, ikinci yarıda film Kamil’i bırakıp Remziye’ye yapıştığında görüyoruz ki, hakkında ilk yarıda kurduğumuz önyargıların tersine, Remziye daha sağduyulu, insancıl ve yapıcı, aslında içi daha ‘iyi’ bir karakter. Suriyeli sığınmacı kaçak işçi karakteri de öyle, siyah-beyaz değil... Sonuçta, karşı cenah olarak adlandırdığımız kişilere yaklaşıp onlara dokunduğumuzda, kimsenin aslında ‘kötü’ olmadığını, bizlerden çok farklı olmadıklarını keşfediyoruz...
En Çok Okunan Haberler
- Yeni Ortadoğu projesi eşbaşkanı
- İBB, Bilal Erdoğan dönemindeki taşınmazları geri aldı
- Erdoğan'dan flaş 'Suriyeliler' açıklaması
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- WhatsApp, Instagram ve Facebook'ta erişim sorunu!
- Esad'a ikinci darbe
- Polis müdürlerine gözaltı: 'Cevheri Güven' ayrıntısı
- ‘Yumurtacı müdire’ soruşturması
- O ülke Suriye büyükelçiliğini açıyor!
- ABD basınından Esad iddiası