Sonsuza kadar alıcı
Yaşayabilmek için sürekli ithal etmek zorunda olan ve aldığını birkaç kat çalışarak ödeyen, yani sonuna kadar alıcı kalan bir toplumun dünya egemenleri arasında olduğunu gösteren bir tarihi veri yok.
Dünya nüfusunun bir milyardan az olduğu vur kır döneminde, Moğol ve Türk göçerlerinin at sırtında Avrupa’ya uzandıkları çağlar geride kaldı. Osmanlı imparatorluk nüfusu şimdiki Türkiye’nin üçte biri kadardı. Eski İstanbul nüfusu ve alanıyla şimdikinin kırkta biri. O dünya tükendi. Artıklarını temizlemeye çalışıyoruz.
Her şeyi dışarıdan ithal eden bir toplum Batılı yaşam düzeninin arkasındaki kavramları öğrenemezse çağdaş dünyanın cahil müşterisi kalır. Aldığı malın ve kullandığı aletin cahilidir. Onları satandan öğrenir. Bu süreç geri kalmış toplumların kısa tanımıdır. Ellerinde kullanım broşürleri ile dolaşırlar.
Göçer kökenli Osmanlı İmparatorluğu, savaşa dayalı örgütlenmesi ile Akdeniz çevresinde egemen olduğu çağda da, yerleşik uygarlığa geçmiş, kozmopolit bir devlet olmasına karşın, başka uygarlıkların müşterisi olarak kaldı. Askeri güce dayalı egemenlik sona erince müşteriliğin niteliği de değişti. Toplum bunun da cahilidir.
Her zaman müşteri kalmak sorunu üzerinde yıllarca düşünüp acı çeken bir Türk olarak uygarlaşma olgusunun içeriğini incelemeğe çalışıyorum. Türkiye’de benim söylediklerimi dile getiren çok insan var. Atom santralını Ruslara yaptırıyoruz. Köprü ve metroları Japonlara. Füzeleri Almanlar kullanıyor. Daha ilk otomobilimizi yapamadık. Uçaklar, silahlar, aletler, araçlar, ilaçlar...
Kimileri ‘müteahhitlerimiz dünyada birinci’ diyebilir. Ne var ki onlar da iş makineleri olmadan bir şey yapamazlar. Büyük ithal vinçler olmadan gökdelen de inşa edemezsiniz. İthal makineler olmadan hastaneler açılamaz. Hava yolları, metrolar, metrobüsler çalışmaz. Karnımızı doyurabilmemiz de kolay değil. Bugün bizim gibi ülkelerin tek tutanağı kapitalist pazar ekonomisi, ve işlemesini yabancı egemen güçlerin saptadığı bir kurgu içinde, pazarda bir yer işgal etmek.
Fakat bunun da sonu göründü. Enerji sorunu yoğunlaşıp, iklimsel düzensizlikler kontrolden çıktıkça pazar yerinin bedeli giderek artacak. Ülkeler kendi geleceklerini kurtarmak için daha fazla disipline girmek zorunda kaldıkça, satın alabileceğimiz mallar hem azalacak, hem pahalılaşacak. O zaman müşterilik’le yokluk ve açlık birbirlerine yaklaşacak.
Cahillikten kurtulmalıyız
O duruma düşmemek için cahillikten kurtulmamız gerek. Cahilliğin doğasını ve yakın geleceğin tehlikelerini bu toplum kavrayamadı. Gerçi bu tehlike evrensel. Fakat ‘ellen gelen düğün bayram’ diyemeyeceğimiz kadar yaşamsal. Le Monde’un Dossiers & Documents adlı yayınının Nisan 2013, 429 numaralı sayısının ilk 10 sayfası (Développement durable, la transition en marche) ‘Sürekli gelişim, değişim yürüyor’ konusuna ayrılmış. Fransa’nın bu bağlamda ‘Sürekli gelişim’ kavramından ‘Ekolojik değişim’ kavramına geçmesinin kavramsal bir aydınlanma olduğu anlatılıyor. İlgilenen sorumlulara, Fransızca bilmiyorlarsa, çevirterek okumaları tavsiye edilir.
Müşteri olmanın çaresiz cahilliğinden nasıl kurtulacağız? Üniversitelerde İngilizce olmazsa öğretim yapılamaz diyorlar. Yüksek öğretimin tüm programlarını ithal ediyoruz. Bütün üniversite kitapları (Dil ve tarih dışında) neredeyse çeviri. Bilimsel bilgi, bilişim ve ulaşım kontrol sistemleri, politik ve ekonomik sistemler ithal oldukça bilim üretemeyiz. Bilim üretememek ‘congenital’ bir hastalığa benzer. Kimya, fizik, matematik ve biyoloji ve bunlara bağlı sayısız pozitif bilim alanında yaratıcı uzman yetiştiremedikçe satıcıya bağlı, giderek köleleşen müşteriler olmak durumundayız.
Bilim ve teknolojide tam bağımsızlık olmuyor ama, eşitler arasında ortaklık var. Japonya, Çin ve Kore en gözde örnekler. Küçük bir örnek: Herhangi bir ekolojik planlamada bir yalıtım sorununun bütün yapı sürecini nasıl etkilediğini ve ekonomik değerini saptayan bilgisayar programları yapılıyor. Bunları bizde hangi okulların mezunlarına yaptıracağız?
Çağdaş medreselerin mezunlarına mı? Müşteri olmanın zorunlu cehaleti köle olmakla sonuçlanır. Cahil bir müşteri, bugünkü acımasız ekonomik sistem içinde, dünya egemenlerinin herhangi bir kararını etkileyemez. Terör’le denge kurabileceklerini sanan çok insan yaşadığını biliyoruz. Ne var ki bu çözüm getirmeyen çıkmaz bir sokaktır. Öç alma duygusu en çok teröristlere zarar veriyor.
Kuşkusuz dünya insanları boyuna ağlaşmıyorlar. Ellerinden geldiği kadar eğleniyorlar. Cenazelerle bayramlar yan yana yaşıyor. Dünyanın her köşesinde uygar etkinlikler devam ediyor. İlginç olan, sanat etkinlikleri yoğun, müzik, güzel sanatlar, film, tiyatro ve edebiyat alanında daha yaratıcı olan toplumlar, bilimde ve öğretimde de öndeler. Enerji ve iklim değişiklikleri ile ilgili bilgisayar programlarını daha iyi hazırlıyorlar. Burada açık bir (correlation) yani karşılıklı ve paralel bağıntı var. Bizim kültürümüzde bu kavram yaygın değil. Herhalde o nedenle yasa yapanlar, okullardan resim, musiki, felsefe türünden konuları ikinci plana iter ya da yok ederken, bilimsel konuların da yeterince öğretilemeyeceğini bir türlü anlamıyorlar.
Aydınlatıcı bir öykü:
Sevgili Okuyucular,
Hollanda’nın Limburg eyaletinin merkezi Maastricht (nüfusu 122 000) üniversitesi, konservatuvarı ve musiki etkinlikleriyle ünlü. Bu kentte müzisyen bir aileden gelen André Rieu adlı bir kemancının 30 yıl önce kurduğu, ünlü bir hafif klasik müzik orkestrası var: 60 kişilik Johann Strauss Orkestrası. Hepsi opera sanatçısı bir korosu, dünyanın farklı ülkelerinden gelmiş solistleri var. Sanatçılarının çoğunluğu aynı kentten, yarıdan fazlası kadın. Dünyanın her yerinde konser veriyorlar. Fakat orkestranın en ilgi çeken konserleri Maastricht’de yapılıyor. Çünkü kurucusu ve sanatçılarının çoğu aynı kentten. Kentin bir numaralı gösterilerinden biri onların yıllık konserleri oluyor. Kentin en büyük meydanını, büyük bir sahne inşa ederek açık hava konser meydanı haline getiriyorlar. Olağanüstü bir ses ve sahne düzeni var. Koca meydan akustik olarak tek bir konser salonu gibi performans veriyor.
Türkiye’de İstanbul’un bile yurtdışında konser veren, ne klasik müzik ne de hafif müzik orkestrası yok. İstanbul’da on bin kişiyi alacak bir konser alanı da yok. Bizdeki saz, caz konserlerinde de coşkun dinleyiciler var. Yabancı müzisyenleri ve orkestraları dinleyen çok insan var. Fakat bu sadece büyük kentlerde. Oysa İstanbul’un nüfusu bütün Hollanda’dan daha çok.
Asıl vurgulanması gereken küçük kentler. Türkiye’de André Rieu orkestrası gibi yerel bir orkestrayı dinleyecek 1000 kişiyi küçük bir kentte toplamak kolay değil. Kent meydanı da yok. Orada müzik gösterisi halkla bütünleşiyor. Dinleyicilerin coşku ile katıldığı hafif dünya müziği parçalarıyla yaratılan ortam olağanüstü. Çalınan parçalar bütün Avrupa ve Batı dünyası için ortak.
Bu konserlerde Türk toplumunun katılamadığı bir evrensel kültürün varlığını, musikinin çağdaş kültür ortaklığının en önemli birleştirici temellerinden biri olduğunu görüyorsunuz. Biz bunun dışındayız. Fakat üretip de dünyayı ortak yaptığımız fazla bir şey yok.
Çevrenizdeki cahil ve aymazlara anlatmak zorunda olduğunuz bir şey var: Otomobili, uçağı, televizyonu, telefonu kullanıp, İngilizce ile öğretim yapıp, resmi, musiki ve operayı dışlamak olanaksız. Resimle bilim, musiki ile matematik, matematikle bilgisayarın birbirlerini tamamlayan etkinlikler olduğunu anlamadan yaşamak sürünmek demek. ‘Dışarıdan öğrenip yaparız’ sözü anlamsız. Alıp yapma, geç başlama ve geç kalma demek.
İklimsel koşulların bütün insanlığı sıkıştırdığı bu çağda birkaç yıllık geç kalma intihar anlamına geliyor. Ailenizin, çocuğunuzun, ulusun, ülkenin, yakın geleceği vereceğimiz doğru kararlara bağlı.
En Çok Okunan Haberler
- Nevşin Mengü hakkında karar
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- Emekliye iyi haber yok!
- MHP'den 'asgari ücret' önerisi
- AKP’nin tabutu CHP sıralarına kondu
- 350 bin 757 kez 'yazı-tura' atıldı... Sonuç şaşırttı!
- 'Kayyuma değil, halka bütçe'