'Soraya, aşkın mülteci hali!'

Henüz yirmi yaşındaki güzeller güzeli Soraya, Suriye’deki acımasız savaştan kaçıp kendisine yepyeni bir gelecek yazma umuduyla sığınıyor Türkiye'ye... Kendisinden otuz yaş büyük evli bir adamın ikinci eşi olmaya razı geldiğinde onu savaştan çok daha ölümcül bir gelecek bekler onu: Aşk. Meltem Yılmaz, "Soraya" adlı romanında Suriyeli sığınmacıların dramını tüm çıplaklığıyla anlatıyor.

Yayınlanma: 30.07.2015 - 10:58
Abone Ol google-news

Meltem Yılmaz’la yeni kitabını konuştuk...

- Soraya'nın öyküsü savaşın özellikle kadınlar üzerindeki yıkıcılığını ortaya koyuyor. Savaşın kadını sayısız kez vuruşuna tanık ediyor. Köşeye sıkıştırmasına, ekseninden uzaklaşmasına, mecbur bırakıldıklarına... Bu bağlamda “Soraya” nasıl bir kadın romanı?

Romanın ana kahramanı Soraya, ülkesindeki iç savaştan kaçmış, 20 yaşında, bekar bir kadın değil de, aynı koşullarda ama erkek olsaydı, roman boyunca başına gelenlerin neredeyse hiçbirini yaşamazdı.

Soraya, Şanlıurfa’da yerleştirildiği kampta görüyor ilk olarak kadın olmanın ciddi bir bedeli olduğunu. Zira kampta, sığınmacı kadınlar, hatta kız çocukları bile, birtakım aracılar aracılığıyla geceleri dışarı çıkarılmakta, fuhuş için pazarlanmaktadır. Şahit olduğu bu dehşet verici olayların ardından en mantıklı seçeneğin kamp dışından biriyle evlenmek olduğuna ikna olduğundaysa, Soraya bu defa bir başka dehşetle karşı karşıya kalır: İmam nikahıyla evlendirildiği kişi, kendisinden 30 yaş büyük, evli bir adamdır. Soraya önce bu durumu kabullenemez, hatta kaçma planları bile yapar. Ancak bir süre sonra, hiç ummadığı şekilde, kocasına aşık olur. Zaten Soraya için asıl savaş da o zaman başlar…

Bu açılardan bakıldığında, okuyucu bu romanda, Soraya’nın yalnızca kadın olduğu için dahi, birbirinden tamamen bağımsız yönlerden gelen saldırıların açık hedefi olduğunu da görüyor; bir kadının koşulsuz sevgisinin onu ne tür çıkmazlara sokabileceğini de… Bu açılardan “Soraya”nın hem etken, hem edilgen bir kadın romanı olduğu görüşündeyim. Kitabı okuyan her kadının kendinden çok derin bir şeyler bulacağına inanıyorum zira savaş illa ki dışarıda patlayan bombalar anlamına gelmiyor. Asıl savaş, belki de en yıkıcı olanı, aşık bir kadının aşkla mücadele etmek zorunda bırakıldığı yerde başlıyor.

- “Soraya” bir aşk romanı olarak kurgulansa da kuşkusuz hepsi bu kadar değil. Soraya ne kadar bir erkek romanıdır da?

“Soraya” evet bir aşk romanı, ama bu, eşit koşullardaki bireylerin birlikteliğinde yeşeren bir aşktan ziyade, son derece savunmasız durumdaki bir kadının, onu sahiplenen baba- koca karışımı figüre duyduğu derin bağlılık hissi üzerinden temellenen bir aşk. Bu açıdan aşkın pek de alışık olmadığımız bir biçimi. Bir de “aşkın mülteci hali” diyorum ben buna, mültecilik koşulları altında çok daha kuvvetli yaşanan duygular söz konusu. Diğer yandan bu romanı okuyan erkeklerin, kadına olan yaklaşımlarını bir kez daha gözden geçireceklerine inanıyorum. Zira bugün tüm dünyada savaşları başlatan da, bu romanda olduğu gibi, çaresiz kalmış bir kadının sonunu hazırlayan da, “Soraya”da olduğu gibi güce tapan, sağduyusunu yitirmiş erkek zihniyeti bana kalırsa.

- Romanın aşkın yanı sıra başka hangi duygulara değiniyor? Soraya bunlarla nasıl başa çıkıyor ve çıkamıyor?

Soraya aslında güçlü bir karakter. Savaşta felç olan babasına bakan da o, akıl sağlığını kaybetmeye meyleden annesiyle ilgilenen, aynı anda kendisini bilmediği bir ülkeye adapte etmeye gayret eden de. Savaşa rağmen, göçe rağmen, kamp koşullarına rağmen karşısına çıkan olumsuzluklarla cesurca başa çıkıyor. Ne zaman ki aşık oluyor, işte o zaman tüm savunması çöküyor. O güne kadar hissetmediği; arzu, çaresizlik, kimsesizlik, coşku, pişmanlık, kıskançlık, öfke, kendine acıma, nefret, şehvet, kaygı, hayal kırıklığı, yalnızlık, utanç, umutsuzluk, özlem gibi pek çok duyguyu ayrı ayrı ve kimi zaman iç içe yaşıyor. Zaten bu sürecin sonunda da Soraya artık, kendisinin bile kim olduğundan emin olmadığı bir Soraya haline geliyor.

- Sahada çalışmış bir gazetecisin. Suriyelilerin kamplarına ilk girenlerdensin. Romana konu olan savaşın, savaşımın travmalarını bizzat gözlemledin. Bu açıdan insani boyutu kadar siyasi ve askeri boyutu da önemli romanın.

Evet, Suriye’de savaş başladıktan sonra, Türkiye’ye sığınan Suriyelileri gerek kamplarda gerek büyükşehirler ve sınır illerde elimden geldiğince takip ettim. Çok yönlü dramlara şahit oldum. Kamplarda şiddet, taciz ve tecavüzün kol gezdiği iddiaları ilk günden bu yana dillendiriliyor. Suriyeli kadınların ikinci, üçüncü eş olarak satıldığı sınır iller ise alarm veriyor, burada boşanma davaları da patlak vermiş durumda.

Büyükşehirlerin Suriyeli dilenci kaynadığını hepimiz biliyoruz artık. Kaçak işçi olarak, günlüğü 10- 15 liraya çalıştırılıp hem insanca yaşamaları engellenen bu insanlar aynı zamanda haksız rekabet ortamının da sorumlusu olarak gösteriliyor. Hiçbir resmi kaydı olmayan pek çok Suriyeli bugün çetelerin elinde, yasadışı işlerde maşa olarak kullanılıyor. Çünkü bu insanlar eliyle işlenen suçların faili nasıl olsa bulunamıyor. Eğitim ve sağlık hizmetlerinde ciddi bir Suriyeli yığılması söz konusu. Dahası ve belki de en önemlisi, toplumun Suriyeli sığınmacılara yönelik tahammülsüzlüğü çok tehlikeli bir hal almış durumda. Ben de tüm bu gerçekleri, “Soraya” her ne kadar bir aşk romanı da olsa, elimden geldiğince okuyucuya doğru bir açıdan taşımaya çalıştım.

- Çadırların içine, evrenine, insanların jest ve mimiklerine de yakın plan yapıyorsun sıklıkla. Yaşanan, yaşanmakta olan dramı çok boyutlu yansıtmayı tercih ediyorsun. Bu en çok da haberciliğin getirisi diyebilir miyiz?

Kesinlikle. Yalnızca kişilerin değil, olayların, durumların, mekanların, olguların ve hatta duyguların dahi çok boyutlu aktarıldığı sürece anlam ifade ettiğini görmemde haberciliğin çok ciddi etkisi var. Hiçbir sonuç nedensiz değil, hiçbir şey ötekinden bağımsız değil, farkındayım. Diğer yandan, dediğin gibi, yazarken sık sık yakın plan yapmanın, benim için adeta bir ihtiyaç olduğunu keşfettim. O evrende, o insanın iç dünyasında neler olup bittiğini yakından görmem lazımdı, uzaktan bakıp geçemezdim. Çünkü benim dünyamda küçücük bir mimiğin, büyük büyük laflardan çok daha anlamlı bir karşılığı olduğunu gördüm. Biliyorsun, bugünlerde büyük laflar çok moda… Şimdiyse, “Soraya”yı okuyanların beni en mutlu eden yorumlarından biri, her yeni sayfada meraklarının daha da tırmandığını söylemeleri oluyor. Bunun nedeni olsa olsa benim de yazarken bir sonraki adımda neler olacağını, karakterin nasıl hissedeceğini ve ne şekilde tepki vereceğini merak ediyor olmamdı diye düşünüyorum. Yazarken içinde bulunduğum yoğun his dünyasını okuyucuya taşıyabilmişim sanırım.

- Pek çok karakterle tanışıyoruz okuma boyu. Kişilerini kimlerden esinlendin ve/veya bizzat tanıştın mı?

“Soraya”, Türkiye’ye sığınan savaş mağduru genç bir kadının gerçek hikayesi üzerine kurgulanmış bir roman. Bu açıdan Soraya karakteri, romanın doğası gereği üzerinde oynanmış olsa da, hikayede geçen yaşanmışlıkları deneyimlemiş gerçek bir karakter. Zaten beni harekete geçiren de büyük ölçüde onun anlattıkları oldu. Diğer karakterlerinse hiçbiri, Soraya gibi tek bir kişiden esinlenerek oluşturulmuş değil, hepsi tanıdığım ya da tanımadığım pek çok insandan izler taşıyor. Ama bu, o karakterlerin kendi karakterleri olmadığı anlamına gelmiyor. Tersine, her bir karakterin, benim dünyamda, kelimenin tam anlamıyla birer “karakter” olarak çok net, çok açık bir karşılığı var. Heysem, Haya, Halil, Nur, Murat; istisnasız hepsi, romanda oldukları gibi, tüm canlılığıyla, bu dünyada bir yerlerde yaşıyorlar gibi hissediyorum.

- Yeni tasarıların neler?

Kafamda yeni bir konu var, kadının anlam arayışı üstüne. Bu konuyu yazmak istememdeki temel neden, kendi içimde daha önce hiç çıkmadığım bir yolculuğa çıkmak istemem, bu fikir beni heyecanlandırıyor. Umarım bu yolculukta aradığım her neyse onu bulamam, böylece bambaşka yerlere sürüklenirim...


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler