Ulusalcılığın sınıfsal kökenleri...

Ulusalcılığın sınıfsal kökenleri...
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 15.07.2009 - 05:42

Milliyetçilik, Batıda özellikle 18. yüzyıl ortalarında sanayi devrimiyle daha bir biçimlenmiş kapitalist devlet düzeninin ideolojik üstyapısını tanımlayan kavramdır. Başka bir anlatımla, Avrupa ülkelerinde başta Fransa olmak üzere burjuva demokratik devrimleriyle yaşanan süreçte, feodal üretim ilişkilerinin yerine kapitalist üretim ilişkilerini egemen kılmak için yeni dizgenin kaçınılmaz olarak yarattığı siyasal ve ideolojik üstyapıdır, ulusalcılık.

Konuyu daha bir derinleştirmek için feodal dizgenin yapısal özelliklerine kısaca değinelim. Feodal üretim ilişkilerinin toplumsal dayanağını, bir yanda büyük toprak mülkiyetini elinde bulunduran derebeyleri yani senyörlerden oluşan soylular sınıfı ile diğer yanda angarya yöntemiyle çalışan toprak köleleri yani serfler oluşturmaktaydı. Giderek soylular sınıfının toprak egemenliği üzerindeki siyasal bağımsızlıkları -mülkiyet hakları saklı kalmak kaydıyla- daha güçlü bir egemen tarafından dağıtılarak bir merkeze bağlandı. Böylelikle krallar çağı başlarken topraklar üzerindeki siyasal egemenliği yitiren soylular, krallar çevresinde toplanarak yeni bir sınıfı, aristokrasiyi oluşturdular. Ancak, krallığın gücünün ve mutlak egemenliğinin kutsanmasını sağlayacak çağcıl bir hukuk düzeneği oluşmadığı için bu işlevi dinsel motiflerle yoğunlaşmış ruhban sınıfı yerine getiriyordu. Kral, bu sınıftan aldığı güç ve destekle aynı zamanda Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi rolünü de üstlenmiş oluyordu. Dolayısıyla, feodal yapının ideolojik üstyapısı konumunda olan din, aynı zamanda feodal toplumu bir arada ve belirli bir düzen içinde yaşamasını sağlayan temel ve yönlendirici gücün doğrudan kendisiydi.

Üretim güçleri

Feodal toplum düzeninden kapitalist toplum dizgesine geçiş, bugün tartışmaların odağını oluşturan milliyetçilik konusu gibi öyle sübjektif zorlamalarla gerçekleşmemiştir. Gelişen üretim güçleri ve bunun kaçınılmaz sonucu ortaya çıkan sanayi devrimi, var olan üretim ilişkileriyle çelişmeye, başka bir anlatımla var olan üretim ilişkileri gelişmekte olan üretim güçlerine ayak bağı olmaya başlayınca düzenin değiştirilmesi kaçınılmaz oldu ve böylece gelişen üretim güçlerinin yeni ve egemen konumunda olan burjuva sınıfının önderliğinde demokratik devrimler çağının kapıları aralanmış oldu.

Burjuva demokratik devrimleri, toprak mülkiyetine dayalı feodal düzeni, ekonomik ve politik alanda tasfiye ederken eski yapının ideolojik bir üstyapı kurumu olan dinsel kurumların da kamu yönetim alanının dışına çıkmasını sağladılar. Hatta, bunlarla da yetinmeyerek kilisenin ekonomik yaşamdaki etkinliğine de son vermek amacıyla, toprak reformu uygulamasının bir benzerini burada da uygulayarak kilise mallarını kamulaştırdılar. Daha da ileri gidilerek Fransız devrimi nedeniyle yaşanan iç savaşta kilise çanları eritilerek top yapımında kullanıldı.

Burjuva devrimleri içinde en yaygın uygulamasıyla Fransada yaşanan bu siyasal dönüşümü laisizm olarak tanımlarken şu yanlışa da düşmemek gerekir. Laisizm ne dinsizlik ne de din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması ilkesidir. En kısa ve öz anlatımıyla laisizm, dinin yönetsel bir güç olarak toplum yaşamındaki etkilerinin kırılarak kamu alanı dışına çıkartılmasıdır.

Ulusalcılık akımı

Burjuva devrimleriyle kökleşen kapitalist düzenin de elbette ideolojik bir üstyapısı olacaktı. Feodal düzenin büyük toprak mülkiyetiyle parçalanmış pazar düzeneklerinin, sınırlarla belirlenmiş bir coğrafyada, tek pazara dönüştürülmesi ve bu pazarın bir bütün olarak burjuva sınıfına teslim edilmesi gerekiyordu. İşte milliyetçilik ya da ulusalcılık denen akım, böylesi ekonomik önlemlerin zorunlu bir sonucu olarak doğdu; ideolojik bir üstyapı olarak gelişti ve düzene damgasını vurdu.

Daha da ötesi, salt iç pazarın entegrasyonunu sağlamakla da kalmayıp yüksek gümrük duvarlarıyla kendi pazarını dış pazarlara karşı koruma altına aldı. Burjuvazinin ekonomik konumu böylece ulusal bir pazara dönüşürken kendisi de ulusal burjuva nitelik kazanıyordu. Burjuvazi, ulusal pazarının korunması, güçlendirilmesi ve geliştirilmesi için toplumun bütün kesimlerini tek bir ülkü etrafında birleştirmede, geçmişte dinlerin üstlendiği rolün yerine şimdi ulusalcılığı koymuştu ve buna duyulan gereksinimin temelinde ekonomik gerekçeler yatmaktaydı. Bu nedenle, bir toplumun ulus olma öğeleri sıralanırken ekonomi birliği (diğerleri dil birliği, tarih ve kültür birliği, toprak birliği) aranan koşulların başında gelmektedir.

Konuya gerek tarihsel, gerekse toplumsal açıdan yaklaştığımızda, burjuva demokratik devrim çağında ortaya çıkan ulusalcılık akımlarının ilerici bir nitelik taşıdığına tanık olmaktayız. Dolayısıyla ulaşılan bu sonuç, burjuvazinin sübjektif niyetine dayanmaktan öte objektif koşullardan kaynaklanan sınıfsal bir yeğlemeydi.

Ama kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu toplum düzenlerinde feodal bir üst payı kurumu olan dinsel ideoloji ile politika yapmak da gerek tarihsel, gerekse toplumsal açıdan, gericiliktir. Eğer bugün bile bizde ve birçok İslam ülkelerinde bu yapılabiliyorsa bu ancak emperyalizmle işbirliği içinde olasıdır. Bizde buna en somut ve çarpıcı örnek AKP siyasal erkidir. Ve bu örneği tüm İslam ülkelerinde geçerli kılmak için ABD özel bir çaba göstermektedir. Obamanın başkan seçilir seçilmez ayağının tozuyla ilk yurtdışı gezisini bizden ve Ortadoğu ülkelerinden başlatması boşuna değildir. 17. ve 18. yüzyıllarda burjuvazinin ulusal olma özelliğinin yanı sıra bir diğer özelliği de aynı süreçte karşıtı olacak çağdaş bir sınıfı da yaratıyor olmasıydı. Kapitalist üretim ilişkilerinin temel egemen sınıfı burjuvazi, feodaliteyi tasfiye ederken serfleri de göreceli de olsa özgürleştiriyor; kırlardaki toprak kölelerini kentlerdeki üretim alanlarında ücretli emeğe dönüştürüyordu. Böylelikle yeni bir sınıf, işçi sınıfı (proletarya) tarih sahnesine çıkmış oluyordu. Ve şimdi kapitalizm denen yeni düzende, bu iki temel sınıf arasında büyük bir savaşım sürmekte gecikmeyecekti. Marxın ünlü betimlemesiyle, her sınıf kendi karşıtını da yaratarak tarihsel serüvenini sürdürecekti.

Avrupada 19 . yüzyıl, işçi savaşımları açısından son derece yoğun eylemlerin yaşandığı yıllardı. Yükselen işçi savaşımları karşısında, siyasal iktidarını yitirme riskiyle tanışan burjuvazi, geçmişte düşmanı olan bir sınıf ve onun ideolojisiyle, feodalitenin artıklarıyla bağlaşma yoluna yöneldi.

Bu tarihsel bağlaşma Fransada Bonapartist bir ara rejim olarak yaklaşık yüzyıl yaşandı. Bu süreçte 1871 Paris Komünü olarak bilinen ilk işçi sınıfı kent devleti denemesi trajediyle sonuçlandı. Fransız burjuvazisi, Paris İşçi Devletini devirmek için Alman saldırganlarının Fransayı işgaline kucak açtı. Oysa artık, ulusallığı bir yurtseverlik zenginliği içinde savunan sınıf, proletaryaydı ve Parisi yerli işbirlikçiler ile Alman saldırganlara karşı yaşamları pahasına kahramanca savunmuşlardı. Ama sonuçta Paris Komünü yıkıldı. Marxın da sonradan vurguladığı gibi bu yıkılışın temel nedenlerinden biri, Fransız işçi sınıfının bu komün denemesini tüm Fransaya yaymayıp Parisle sınırlı tutmasıydı.

İşçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki ulusal anlamdaki bu rol değişimi, tarihsel olarak ilk kez Paris Komününde yaşanır. Kapitalizmin serbest pazar dönemindeki göreceli özgürlükçü ve ulusalcı niteliği tekelleşme sürecinde daha da aşınacak, geçmişte öne çıkan ulusal değer ve kazanımlar yerini uluslararası sermayenin genel çıkarlarına bırakacaktır. Artık kapitalizm ulusal olmaktan çok enternasyonal bir nitelik kazanacaktır. (Küreselleşme)

Yurtsever cephe

Ancak, işçi sınıfı enternasyonalizmi ile bugünkü ulaştığı boyutta sermaye enternasyonalizmini bir tutmamak gerekir. Kapitalist tüm ülkelerde yaşanan düzene damgasını vuran büyük sermaye sınıfı, ulusal tüm niteliklerini yitirirken, iç sömürü yanında emperyalist sömürüyle kamburu daha da katmerleşen işçi sınıfı, anti-emperyalist tavrı nedeniyle daha bir yurtsever çizgi izlemektedir.

Burada biraz durmamız gerekecektir.

Emperyalizmin baskı, sömürü ve talanına uğramış tüm dünya halkları ulusalcı siyasalarıyla birlikte o ülkelerin sosyalist ve komünist partilerinin de izlencelerine emperyalizmle savaşımı temel hedef olarak koymaları acaba bir rastlantı mıdır?.. Ancak, ulusallık terimi, egemen tek bir etnisiteyi çağrıştırması nedeniyle, aynı coğrafyada birlikte yaşayan ve aynı yazgıyı paylaşan tüm halkların ortak savaşımı olmasını vurgulaması amacından yola çıkarak yurtseverteriminin kullanılması yeğlenmektedir.

Yurtseverliği bir söylem olmaktan çıkartıp eyleme dönüştürdüğümüzde kaçınılmaz olarak cephe gerçeği ile de karşılaşmaktayız. Çünkü yurtsever cephe olgusu salt bir sınıfın kendi özgün izlencesiyle verilecek bir savaşımın sınırlarını aşan, emperyalizmden zarar gören tüm sınıf ve katmanları kapsayan bir strateji temeline oturmaktadır.Bugün Türkiye içte ve dışta emperyalist güçler ile işbirlikçileri tarafından kuşatılmış bulunmaktadır.

Bundan kurtuluşun biricik yolu güçlü ve kapsamlı bir yurtsever cephe oluşturmaktan geçmektedir. Doğaldır ki odağında işçi ve emekçiler olması koşuluyla.

Sonuç olarak günümüzde anti emperyalist, dolayısıyla yurtsever olmayan hiç kimsenin aydın, demokrat ve de solcu olmasından söz edilemez. Ya da bu belirlemeyi tersinden okursak, emperyalizme karşı dik durmayan her kesim açık ya da örtülü emperyalizmle işbirliği içindedir.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon