Uluslararası Ceza Mahkemeleri ve Türkiye

Uluslararası Ceza Mahkemeleri ve Türkiye
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 11.11.2009 - 06:59

5 yıl kadar önce, anayasasına eklenmiş olan fıkra ile anayasasına adını geçirmiş olan Türkiye, o gün de bugün de UÇM’yi kuran sözleşmeye taraf değildir. Dolayısıyla, sözleşmeden doğan herhangi bir yükümlüğü bulunmamaktadır.

Son günlerde, Bosna Sırp Cumhuriyeti’nin eski başkanı Karadiç ve İslam Konferansı Örgütü’nün bir toplantısı için yurdumuza gelmesi tepkilere yol açan ve son dakikada vazgeçen Sudan Devlet Başkanı El Beşir dolayısıyla uluslararası ceza mahkemeleri, kamunun ilgisini çeken konular arasına girdi .

Uluslararası ceza yargılaması yapan mahkemeler, görece yeni kurumlar olduğundan, mahkemelerin adları ve yetkileri konusunda birtakım yanlışlıklar yapılabiliyor. Bu yanlışlardan sakınılmasına yardımcı olmak için, önce bazı temel bilgilerin verilmesi yararlı olacaktır, sanırım.

Bir ulusal mahkeme, yargı yetkisini, devletinin anayasasından alır. Bizim anayasamıza göre “yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır” (m.9) hükmü ve “Yargı” başlıklı üçüncü bölümündeki düzenlemeler buna örnektir. Buna karşılık, dünyada, sayıları az da olsa önemli görevler yapan “uluslararası” nitelikte yargı organları, yargılama yetkisini bir “ulusal” anayasadan değil, ilgili bir uluslararası anlaşmadan alır.

Uluslararası mahkemeler, başvurucuların niteliğine göre ikiye ayrılabilir: Uluslararası mahkemelerin bazısı sadece “devletler” tarafından açılan davalarda yetkilidir. Buna karşılık, örneğin AİHM’ye “herkes”in başvurma (dava açma) hakkı vardır.

Bir başka ayrım, mahkemelerin coğrafi yetki alanı bakımından yapılabilir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Amerikan İnsan Hakları Mahkemesi gibi kuruluşlar, adlarının da gösterdiği gibi sadece belli bir bölgede işlendiği iddia edilen insan hakkı ihlalleriyle ilgili davalara bakar. Buna karşılık Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAAD) yetki alanı bütün dünyayı kapsar.

Bosna Hersek’teki savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve soykırım suçları işlediği savlarıyla suçlanan Karadiç’i yargılamakta olan mahkemenin resmi adı “Eski Yugoslavya için Ceza Mahkemesi”dir. 1993 yılında, Yugoslavya’da ortaya çıkan iç çatışmalar ve “etnik temizlik” olayları karşısında; bu suçları işleyen bireylerin cezalandırılması ve benzeri durumların yinelenmemesi için caydırıcı etki yapması amacıyla, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nce kurulmuştur. Adının da gösterdiği gibi, bu mahkemenin yetkisi coğrafi olarak da, zaman olarak da bugün artık tarih olan eski “Yugoslavya” ile sınırlıdır.

Uluslararası Ceza Mahkemesi

El Beşir hakkında tutuklama emri çıkaran yargı organı ise Uluslararası Ceza Mahkemesi’dir (UCM). Bu mahkeme, kuruluşunu sağlayan 17 Temmuz 1998 tarihli Roma Anlaşması’nın 60 devletçe onaylanması üzerine Temmuz 2002’de kuruluşunu tamamlamıştır. Başlangıçta böyle bir mahkeme kurulması fikrini destekleyen ABD’nin, Roma Konferansı’nda -deyim yerindeyse- son dakikada desteğini çekmesi, mahkemenin oluşumunda bazı güçlüklere yol açmıştır. Halen bu mahkemeyi kuran sözleşmeye taraf devletlerin sayısı 100’ü aşmış durumdadır.

Bu mahkemenin kurulması, uluslararası ceza hukuku alanında çok önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. Örneğin, mahkemenin yetkisi belli bir bölgeyle sınırlı olmadığı gibi; görev alanına giren suçlar bakımından devlet başkanı bağışıklıkları ve dokunulmazlıklarından yararlanılması söz konusu değildir.

Mahkemeyi kuran Roma Sözleşmesi’nin hazırlıkları BM Örgütü içinde başlamış olmakla birlikte, bu mahkemenin, BM ile ilgisi Karadiç’i yargılayan mahkemeye göre zayıftır. Çünkü bu mahkemeye varlık kazandıran uluslararası sözleşme bağımsız bir belgedir dolayısıyla BM ile mahkeme arasında organik bağ yoktur. Bununla birlikte, mahkemenin etkin biçimde çalışabilmesi için, BM ile işbirliğini gerektiren yönler vardır. Örneğin, BM Güvenlik Konseyi de, mahkeme önüne dava getirebilmektedir. Öte yandan, Güvenlik Konseyi, “siyasal” ve “diplomatik” açılardan gerekli gördüğü hallerde mahkemeden belli bir süre için, belli bir olayla ilgili işlemleri durdurmasını isteyebilmektedir. BM’nin mahkemeye bilgi sağlaması ve lojistik açılardan destek vermesi de önemlidir. Mahkemenin BM ile ilişkisinin, mahkemeyi kuran sözleşmeye taraf devletlerden oluşan kurul ile BM arasında yapılacak bir anlaşma ile kurulması öngörülmüştü(m.2). Bu anlaşma 23 Kasım 2006 tarihinde gerçekleştirilmiştir.

18 yargıçtan oluşan mahkemenin yargıçları, taraf devletlerin temsilcilerinden oluşan kurulca, katılan devletlerin üçte ikisinin oyuyla seçilmektedir. Dolayısıyla, BM’nin örgüt olarak, yargıç seçimiyle doğrudan bir ilişkisi yoktur.

Türkiye’nin durumu

Bu konuyla ilgili olarak Türkiye’nin durumu, biraz gariptir. Türkiye 100’ü aşkın sayıda devletin taraf olduğu Roma Sözleşmesi’ne taraf değildir. Ancak, 2004 yılında yapılan bir anayasa değişikliğiyle, AY m. 38’e eklenen fıkrayı okuyan biri, Türkiye’nin bu sözleşmeye taraf olduğu izlenimi alabilir. Fıkra şöyle demektedir: “Uluslararası Ceza Divanı’na taraf olmanın gerektirdiği yükümlülükler hariç olmak üzere, vatandaş suç sebebiyle yabancı bir ülkeye verilemez.”

Bir tek tümceden oluşan bu fıkraya birden çok yanlış sığdırılmış görünmektedir: Fıkradaki “Uluslararası Ceza Divanı’na taraf olmanın gerektirdiği yükümlülükler” ibaresi, tam bir özensizlik örneğidir. Burada söylenmek istenilen -henüz taraf olunmamış- Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (Divanının) kurulmasına ilişkin sözleşme olmalıdır. Bu fıkra anayasaya eklendiğinde, Türkiye, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni (Divanını) kuran sözleşmeye taraf değildi; bugün de değildir. Dolayısıyla, “taraf olmaktan” doğacak herhangi bir yükümlülüğünden söz edilemez. Zaten, Türkiye, hazırlık çalışmalarına katıldığı Roma Sözleşmesi kapsamına “terör suçları” alınmadığı için sözleşme dışı kalacağını açıklamıştı. Vatandaşın, yabancı “ülkeye verilmesi” de doğru bir anlatım değildir. Çünkü hukuk dilinde “ülke”, devletin kendisi değil, onu oluşturan öğelerden biridir.

Sonuç:

5 yıl kadar önce, anayasasına eklenmiş olan fıkra ile anayasasına adını geçirmiş olan Türkiye, o gün de bugün de UÇM’yi kuran sözleşmeye taraf değildir. Dolayısıyla, sözleşmeden doğan herhangi bir yükümlülüğü bulunmamaktadır. Uluslararası hukuk öğretisinde, devletlerin taraf olmadıkları sözleşmelerle bağlı olabilecekleri ayrıksı durumlar bulunabileceği görüşü varsa da, burada böyle bir durum söz konusu değildir. BM Güvenlik Konseyi’nce bağlayıcı bir karar alınmadıkça, Türkiye’nin sorumlu olacağı bir durum yoktur.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon