Zor Günler Göreceğiz...
Diyalektik önsezilerimizle varmaya çalıştığımız bu sonuçlar çok daha zor günlerin gelmekte olduğunun habercisidir.
Yaşanan toplumsal olayları içinde yaşandığı an yorumlamak ya da görüş bildirmek tarihçiler, siyasetçiler ve konuya duyarlı kişilerce öyle fazla zor bir uğraşı olmasa gerek. Çünkü yaşanana tanıklık ediyor olmak bile çoğu kez, olayın niteliğini kavramaya yeterli gereçleri hazır olarak insana vermeye yeter de artar bile.
Ama önemli olan yaşananı yorumlamaktan çok yaşananlara bakarak gelecekte olabileceklerin doğru ve isabetli kestiriminde bulunmaktır. Bunu gerçekleştirmenin bilimsel ve felsefesel anahtarı ise diyalektik yöntemde saklıdır. Tarihin öne çıkardığı toplumsal ve siyasal kişileri önderlik koltuğuna oturtan temel güç işte bu özelliklerinden ileri gelmektedir. Başka bir anlatımla diyalektik önsezilerin kuvvetli olmasıdır.
Toplumun gündeminde yok
Diyalektik önsezi kimilerine özgü bir yetenek işi midir ya da siyasal derinliği yüksek olan yoğunlaşmış bir bilgi birikimi midir? Ya da her ikisinin birlikte harmanlandığı bir sürecin ürünü müdür? Buna bu yazının dar sınırları içinde yanıt verecek durumda değilim. Ama bilinen o ki kendi yakın tarihimizde bu yetenekten yoksun olan nice siyasal önder (!) içinde yaşadığı toplumsal depremi bile yorumlamakta düştüğü hatalar nedeniyle toplumun gündeminden silinip gitmiştir. Silinip gitmek şöyle dursun değişik toplum kesimlerinin gözünde komik durumlara düşmüştür.
Buna iki örnek vermek gerekirse ilk akla geleni 12 Mart Askersel Karışması’dır. Anımsanacağı gibi 12 Mart 1971 günü Genelkurmay Başkanı’nın da içinde bulunduğu dört kuvvet komutanı, Süleyman Demirel hükümetine bir muhtıra vermiş ve muhtırayı veren kesimin içinde yer alan kimi generallerin özel durumuna bakılarak acele yorum ve değerlendirmeler yapılmıştı.
Hatta sol kesimlerde ve aydın toplulukları içinde bile “Ordu Kılıcını Vurdu” biçiminde olumlu yorumlar manşetlere taşınmıştı. Oysa ordunun kime kılıç vurduğu çok geçmeden gerçek yüzünü gösterecek, sol ve devrimci kesimlerde toplu tutuklamalar gerçekleşecekti. Dağ başlarında, sokak ortalarında devrimci gençler kurşunlanacak, toplumsal muhalefetin tüm didinmelerine karşın üç genç (Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan) darağacında can verecekti.
Bu tarihsel yanılgı ve uzağı görememe Türk halkına çok pahalıya mal olmuştu. Demokratik haklar budanmış, 61 Anayasası’yla kazanılan birçok ekonomik, demokratik hak ve özgürlüklere sınırlamalar getirilmişti. Soldaki tek yasal ve yığınsal parti, Türkiye İşçi Partisi (TİP) kapatılmıştı.
İkinci örnek yine bir askersel tutumla ilgili: 12 Eylül Askersel Devirmesi olarak tarihe geçecek olan bu girişim çok daha kanlı ve acımasız bir biçimde yaşanacaktı. Ama ne ilginçtir 12 Eylül sürecinin başlangıç günlerinde kurulan Bülent Ulusu hükümetini ilk tanıyan devletlerin başında o günlerde Sovyetler Birliği gelmekteydi ve bizde siyasal çizgisini Moskova’ya bakarak ayarlayan kimi sol siyasalar salt bu nedenle 12 Eylül’e faşizm diyemiyorlardı. Oysa bu devirmenin boyutlarını kavrayabilmek için vereceğimiz şu sayısal verilere bakmak yeter de artar bile: 12 Eylül sürecinde 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, 650 bin kişi gözaltına alındı, 230 bin kişi yargılandı ve bunlardan 7 bin kişinin idamı istendi. 517 kişiye idam cezası verildi ve bunlardan 259 kişinin idamı Meclis’e gönderildi. 49 kişi idam edildi. 300 kişi kuşkulu bir biçimde öldü ya da öldürüldü. 171 kişi işkencede, 14 kişi açlık grevinde öldü. Bu sayılar uzayıp gidiyor. Burada vurgulamak istediğimiz ana izlek her iki toplumsal depremin arkasında da ABD emperyalizminin olduğu ve salt Türkiye’de değil dünyanın hiçbir yerinde arkasında Amerika’nın plan ve desteği olmadan öyle kolay kolay darbe yapılamayacağı gerçeğidir. Bugün bu uygulama halen geçerli midir?
Tümüyle evet demek zor. Zor ama Amerika darbe yoluyla dünyada uğradığı saygınlık kaybı nedeniyle askersel darbeler yerine ya doğrudan askersel işgallere -Irak ve Afganistan’da olduğu gibi- girişmekte ya da Türkiye’de olduğu gibi sivil darbelere başvurmaktadır. AKP siyasal erki bu ikinci yöntemin Türkiye için seçilmiş bir modelidir. 12 Mart ve 12 Eylül’de askerlerle gerçekleştirdiği projesini şimdi AKP eliyle daha sinsi ve toplumsal tepkiye hedef olmadan yürütmektedir. Ve hiç kuşkunuz olmasın bu son uygulama diğer ikisinden daha tehlikelidir. Toplumun tüm duyarlı ve dinamik kesimleri çeşitli yöntemlerle birer birer susturulmakta, Cumhuriyet kazanımları kurum ve kuruluşlarının ya içi boşaltılmakta ya da nitelikleriyle oynanmaktadır. Özetle Türkiye bugün sivil siyasal bir erkin eliyle adım adım faşizme gitmektedir.
Erken seçim olur mu?
Böylesi bir anlayışla yola çıkmış bu siyasal erkten erken seçim beklemek şöyle dursun normal seçimleri yapacağını beklemek bile bir düştür ancak. CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal’ın çok güzel ve yerinde benzetmesiyle, seçim zamanı geldiğinde de “lokantada hesap ödememek için hır çıkaran müşteri” gibi AKP’nin o zaman da bir hır çıkartmayacağının garantisini kim verebilir?.. Verilemez çünkü bu garantiyi sağlayacak bütün kurum ve kuruluşlar teker teker ya ortadan kaldırılmakta ya da toplum ve düzen içindeki saygınlıklarına büyük darbeler indirilmektedir.
Diyalektik önsezilerimizle varmaya çalıştığımız bu sonuçlar çok daha zor günlerin gelmekte olduğunun habercisidir. Bunun önüne geçilmesinin olmazsa olmaz koşulu ise AKP’ye ve gelmekte olan faşizme karşı olan tüm güç ve toplumsal kesimlerden oluşacak bir demokratik halk muhalefetini oluşturmaktır.
12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde yukarıda belirttiğimiz siyasal körlükleri bir daha yaşamamamız için gözümüzü dört açmanın zamanı gelmiş, hatta geçmektedir bile.
En Çok Okunan Haberler
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- İBB, Bilal Erdoğan dönemindeki taşınmazları geri aldı
- Erdoğan'dan flaş 'Suriyeliler' açıklaması
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- 'Onun ne olduğunu iyi biliyoruz'
- WhatsApp, Instagram ve Facebook'ta erişim sorunu!
- Polis müdürlerine gözaltı: 'Cevheri Güven' ayrıntısı
- O ülke Suriye büyükelçiliğini açıyor!
- Hamaney 'Suriye' sessizliğini bozdu!