Cumhuriyet Genç Yazın sizlerle (24.11.2021)

Cumhuriyet'in gençler için, gençlerle beraber hazırladığı "Cumhuriyet Genç Yazın" okurlarımızla buluşuyor.

Cumhuriyet Genç Yazın sizlerle (24.11.2021)
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 24.11.2021 - 04:00

TÜRKİYE’DE SİYASET ANLAYIŞI

ALİ ERGENDEDEOĞLU

ODTÜ KUZEY KIBRIS KAMPUSU

SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ 2. SINIF

Toplumsal yaşamın çözümsüz bırakılmış sorunları, siyasal sorunları doğurur. Siyasal sorunlar ise toplumsal yaşamın sorunlarını besler, çözümsüz bırakılmış olanları kangren hale getirir ve sonuçta hem toplumsal yaşam hem de siyasal yaşam derin bir krize sürüklenir.

Bugün Türkiye’de siyasal yaşamı inceleme fırsatı bulduğumuzda bu karmaşık durumun nasıl daha da içinden çıkılmaz hale geldiğini görüyoruz. Siyasal yaşamın aktörleri olan siyasi partiler, demokratik kitle örgütleri, sendikalar ve hatta seçmenler, siyasal yaşamın sorunlarına gözlerini kapamış haldeler. 

12 Eylül kalıntısı olan Siyasal Partiler Yasası’nın getirdiği “lider sultası” ile genel başkan tartışılmaz kişi haline geliyor. Parti içi demokrasinin varlığına imkân kalmıyor. 

Parti kongreleri, genel başkanların adeta muzaffer bir “Roma kumandanı” edasıyla zafer ilan ettikleri, ateşli konuşmalarla “üyelerinin içerisindeki duyguları tatmin ettikleri” teatral bir gösteriye dönüşmüş halde. Çağdışı kalmış delege sistemi ise siyasi partiler için hâlâ “vazgeçilmez” bir unsur.

Öte yandan yine 12 Eylül kalıntısı olan Seçim Yasası’nın getirdiği yüzde 10 barajının varlığının antidemokratikliği üzerine ciddi bir görüş birliği olmasına karşın hiçbir siyasi parti (özellikle de meclistekiler) barajın düşürülmesi yahut da toptan kaldırılmasına ilişkin bir girişimde bulunmuyorlar.

MEVCUT ANLAYIŞ ÜZERİNE TEMELLENEN SİYASET

Türkiye’de her siyasi parti kurulurken “yeni bir söylem ve siyaset anlayışı” vaadiyle kurulmuştur. Ancak çok partili hayatın başladığı tarih olan 1946’dan bugüne baktığımızda yeni bir söylem ve anlayış geliştirmek şöyle dursun, siyasi partilerin birçoğunun yapılarını mevcut siyaset anlayışı üzerinde şekillendiklerini görüyoruz.

İltimas, siyasetin olağan bir ürünü gibi kabul ediliyor. Kişiler, parti içi meselelerde ilkesel ya da ideolojik değil bizzat şahsi çıkarlarını gözeterek hareket etmeyi alışkanlık edinmiş haldeler. Toplumun milli ve manevi değerleri hâlâ yoğun şekilde ve alenen istismar ediliyor. Siyasetçiler bu yolla toplumu manipüle etmeyi ve rakipleri karşısında bir güç oluşturmayı “siyasetin stratejisine uygun bir hamle” olarak değerlendiriyorlar.

GENÇLİK GERÇEKTEN APOLİTİK Mİ?

Türkiye’de hemen hemen her siyasi partinin bir gençlik kolu teşkilatı bulunuyor. Hatta üye sayısı diğerlerine göre fazla olan bazı siyasi partiler üniversitelerde de teşkilatlanıyor. Ancak hemen hemen hepsi partilerine gençlerin katılmamasından “mustarip” olduklarını ifade ediyorlar. Burada da şu yargı hemen öne çıkıyor: “Gençlik apolitik.” 

Peki, gerçek bu mu? Aslında hayır. Gençlik gündemi takip ediyor. Gündemi takip ettikçe de geleceğe yönelik kaygıları artıyor. Politik meselelere ilişkin bir yorumu ve görüşü var. Gençlik ile siyasi partiler ve siyasetin arasına set çeken şey, gençlerin “apolitik” olması değil, bugünkü siyaset tarzının ve anlayışının gençlere yeni bir şey vaat etmemesidir.

Gençler, siyasi partilerin anlayışlarını ve siyasal yaşamı gördükçe siyasete ve siyasetin dinamiklerine olan inançlarını kaybediyorlar. Siyasilerin “Gençler merak etmeyin size iş vereceğiz” diyerek başlayan vaatler silsilesi artık gençliği tatmin etmiyor ve gençliğin güvenini kazanmıyor. 

Bu şartlar altında gençliğin yapması gerekenler de var tabii ki. Siyasete ve siyasal yaşama sırt çevirmek bir çözüm değil. Ancak siyasetin aktörlerinin de ülke meselelerine ve gençliğin sorunlarına sırtlarını dönerek kısır siyasi tartışmalarla ülke gündemini meşgul etmeye devam etmeleri de bir çözüm değil.

SİYASET ANLAYIŞINDA ÇIKIŞ YOLU: DEVRİMCİ TAVIR

Türk siyasetinin belki de en büyük talihsizliği “köhne taşra siyaseti anlayışı”na kurban gitmesidir. Bir zamanlar köy veya kasabalarda kahvelerde yaptıkları konuşmalarda toplumun değerlerini istismar edip rakiplerini her yolla itibarsızlaştırmaya çalışarak kendisine oy ve çıkar devşirmeyi hesaplayan “taşra politik-tüccarı zihniyeti” bugünkü siyasal iklime hâkim olmuştur.

 Bu tip bir zihniyetin hâkim olduğu siyasal iklimin içinde ortaya çıkacak sorunları ise sistemin temel sorunlarına inme tasası olmayan “reformlar” değil yalnızca ve yalnızca fikir dünyasında yapılacak devrimci atılımlar düzeltebilir. Bu atılımların yaratısı olan ürünler yani fikirler, ulusal siyaset ve demokrasi kültürümüze katkı sağlayabilir. İşte burada da ihtiyacımız olan şey politik bilinç, olayları değerlendirme alanında teorik ve pratik birikim ve çözüme yönelik fikir üreten ve bu fikirleri kararlılıkla savunan zihinlerdir.   


YOK DEHA NELER?

İ. USAME YÖRDEM

MUĞLA SITKI KOÇMAN ÜNİVERSİTESİ YÜKSEK LİSANS

“Yanlış susuyorsun -gözlerin ağıt-

Maviye bak.”

Türkan İldeniz

Bir pasta aldık. Üstüne iki mum dikili. Hazır. Yalnızca ateşlenecek. Sehpayı kurduk. Annem henüz gelmedi. Market alışverişinde yine. Sırtında dünya yük. Anne olmak pek duygusal. Yetişmiş gibi sanki. Aslında yetişmemiş. Adı yine de çocuk değil, yalnızca yetişkin. Daldan koparılan bir şey. Tanrı, içerlenecektir elbet buna. Bir iç sıkıntı beşiği. Fena.

Geçen sene azarlamıştı babam. “Çocuk musun sen” demişti. Ellerini çırparak üflemişti mumlara annem, önemsemeyerek babamın sözlerini. Yüzündeki sevinç, öyle başkaydı ki. Onu görmek adına  yineledik. Aynı pastacı. Aynı pasta. Aynı mumlar. Aynı çocuklar. Aynı oda. Aynı sehpa. Aynı babaya rağmen. Aynı anneye. Ayrı bir yaş. Yeni bir yaş. Bugün yeniden, bir arada olma umuduyla. Kopkoyu bir yenidenlik. İç yangı, pek fena.

Bekliyoruz öylece. Yanımda kardeşim. Yeni ayaklanmış kerata. Dünyaya baktığı yer, dünyaya daha yakın bir yer, bana göre. Düşse fazla incinmeyecekmiş gibi geliyor bana. Yakınken incinilmez ya, ondan.

Bekliyoruz öylece. Sıkıldım, diyor Mithat. Az kaldı diyorum. Dirseğimi dokunduruyorum, her tıkırtıda. Binaya girenler oluyor, duyuyoruz. Yan komşuya girenler oluyor, duyuyoruz. Her seste heyecanlanıyoruz. Koluma sarılıyor Mithat. Kalbim atıyor. Küt diye. Onunki de atıyor, hissediliyor. Yüzünden belli hem. Güm diye. Bütün evlere girenler oluyor. Bizimkine olmuyor. Bütün evlerin odalarının kapıları açılıyor. Bizimki açılmıyor. Evlerdeki gürültüler, özentiye boğuyor bizi. Mithat’ın gözleri sulu. Uyuklamak üzere. Neredeyse.

Öylece bekliyoruz. Hava kararıyor. Gelecek diyorum kardeşime. Annemiz gelecek. Pastanın başında dikilmesek de otursak mı diye geçiriyorum içimden. Sonra bir anda girse içeri, vakit kaybı olur diyorum. Kendi kendime sürdürdüğüm bir konuşma gibi geliyor hayat, o an. Bunca zaman bunu mu sürdürdüm yoksa büyümek sanıp da? Bilemedim.

YAŞANTI, FARKLILIK

Babam upuzun bir yolculukta yine. Ansıyorum. Şoför adam, gider tabii. Büyüyünce araba sürmek istiyor Mithat. Bense “Herhangi bir yere kapak atsam yeter” diyorum. Aramızda birkaç yaş. Ama bambaşka görüş açıları. Buna “yaşantı” diyor büyükler. Bana kalsa farklılık. Bekliyoruz. Mithat, dünyaya daha yakınmış gibi geliyor bana. Katlanıp orada dikilmek istiyorum. İç içe geçerek.

Bekliyoruz. Bir uğultunun uğrak yeri oluyor zihnim. Teselli etmek daha fenaymış diyorum, teselli edilmekten. Bir mahareti olmalı, mazeretlerin bile. Böyle olsun istiyorum. Ne diyecektim şimdi kendime? Peki ya Mithat’a? Annem gelesiye dek zamanın avucumun içinde sıkışmasını diliyorum.

Annem hiç gelmiyor. Cebimde kav. Okşandıkça nemleniyor üst yüzü. Kalakalıyorum öylece. Çok hızlı mı koştuk bu sabah, bu düşlerle? Dirseklerimde duyum. Dizlerimi kırıp orada beklemek istiyorum. Öylece. Halen geleceğine inanarak annemin. Bu düşüşün adını koyayım istiyorum. Aklıma kolay sözcükler geliyor. Devrildiğim cümlelerden sıyrılıp da bakıyorum Mithat’a. Düşmüş kanepeye. Ölü gibi. Gereksiniyorum bir şeye. İştahımda tepiniyor acı. Kreması yandan akmaya başlayan pastaya bakınca bunları fark ettim.

KARŞILIKLI VE SESSİZ

Sabahına haberi geliyor. Uyuyakalmışken ben. Sert açılıyor kapı. Gürültü bize o zaman uğruyor. Kıvrık yakalanıyoruz babama. Gitmiş diyor. Sesinde buğu. Tedirgin çağına yakalanıyoruz o anda. Sehpadaki masa eskimiş gözüküyor. Bir şey diyesim gelmiyor nedense. Kendi hayatını yaşasın istiyorum. Bunca zaman sonra. Kendi hayatını yaşasın.

Bari mumları üfleseydi, diyor kardeşim. Kendi hayatını yaşamasına tek engel buymuş gibi. Ona dönesim gelmiyor. Bakmıyorum ona. Hiç bakmıyorum. Gidişi başka türlü açıklamalı buna, diyorum. Kendime. Düşünmeye başlıyorum. Bir çırpıda. Söylemeye çalışıyorum. Bir çırpıda. Sessiz bir şeye dönüşüyor. Karşılıklı ve sessiz.

Sonunda bir sinir harbi içimde. Dayanamıyorum. Bir anda kalkıyorum ayağa. Cebimden çıkardığım kav ile yakıyorum mumları. Birer tane üfleyelim diye göz kırpıyorum kardeşime. Kreması, sehpaya ilişmiş artık pastanın. Tutuşmuş mumlara uzanıyorum dudaklarımla. Birbirini belli açıda yakalayıp kavuşmuş dudaklarımla.

Birini ben üflüyorum. Öteki yanıyor halen. “Üflemem ben” diyor Mithat. Kalıyor öyle. Annem her an gelecekmiş gibi geliyor bir an. İçeri girecek ve üfürecek gibi. Yanıyor. Yanıyor. Yanıyor. Yakınken daha çok inciniliyormuş. Anlıyorum.


YENİ İNSANIN KISA TANIMI

M. KAĞAN WILL ŞAHİNOĞLU

SAKARYA ÜNİVERSİTESİ ALMAN DİLİ VE EDEBİYATI

ellerimizin, saçlarımızın,

gözlerimizin ve dillerimizin

rengi hiç mi hiç fark etmez

aynı sabaha uyandığımızda

*

sesimizin

yaşımızın

ve sayımızın

hiçbir türlüsü

aramızı açamaz

*

aynı gerçeği görür

aynı yolu yürür,

aynı türküyü söylersek

farklı farklı dillerde

*

yarını yaratacak olandır işte,

komşusunu kıskanmayan bu

yeni insan

.!


İNSANMERKEZCİLİK, ÇEVREMERKEZCİLİK...

BORAN YILDIRIM

ORTADOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KİMYA MÜHENDİSLİĞİ

İnsanmerkezcilik ve çevremerkezcilik dünyaya ve doğaya farklı pencerelerden bakan iki felsefi görüştür. Bu görüşler ilk olarak insanın doğadaki konumuna farklı gözlerle bakar. İnsanmerkezcilik, insanların dünyadaki en önemli, başka bir deyişle merkezi canlı türü olduğunu ve tüm doğal kaynakların ve canlıların insanlar için yaratıldığını öne sürer. 

Bu, çoğu Batı felsefelesinin ve dini görüşünün benimsediği bir bakış açısıdır ve bazı ahlakbilimciler bunun kökenini İncil’de, insanın Tanrı’nın suretinde yaratıldığını öne süren yaratılış hikâyesinde bulur.

Tahmin edileceği gibi, bu görüşün temelinde insanlığın entelektüel ve ahlaki olarak diğer türlerle karşılaştırıldığında “yüceliği” yatar. Diğer yandan çevremerkezci görüş, insanmerkezci görüşün tersine, insanı “dünyanın efendisi” olarak görmez. 

Bu görüşe göre insan, dünyada yerleşik bulunan milyonlarca türden yalnızca birisidir; o da diğer türlerin de geçirmiş olduğu belli bir evrimsel yoldaki varlık savaşımını vermiştir ve bu nedenlerden dolayı diğerlerinden üstünlük yönünden bir farkı yoktur. Bu yönden yaratılışçı düşünceden farklılaşır.

İkincil olarak, bu görüşlerin ahlaki değerlere olan yaklaşımları farklıdır. İnsanmerkezci filozoflar, insan en zeki ve ahlaki değerlere sahip olan tek canlı türü olduğu için “doğruların ve yanlışların” yalnızca insanlar tarafından belirlenebileceğini savlarlar. Biz bu görüşü Hayward’ın (1997) belirttiği gibi özetleyebiliriz: “Bilimsel veya ahlaki herhangi bir gerçek, ancak insana uygun olabilir ve bunlar yalnızca insanlar için geçerlidir.” 

DOĞA SÖMÜRÜSÜNE KARŞI ÇIKAR

Diğer yandan “doğruların ve yanlışların” insan zihni tarafından öznel olarak belirlenmesindense çevremerkezci görüş her canlının kendi içinde değerli olduğunu ve bunların her birinin bir evrensel, diğer bir deyişle nesnel iyiliğe kendi başına katkıda bulunduğunu belirtir. Bu bakış açısından yola çıkarak çevremerkezcilik doğal yıkıma neden olan doğa sömürüsüne karşı çıkar. Bu felsefe ayrıca çevreyi adeta katleden endüstriyel açgözlülüğün insanmerkezci görüşlerle güdülendiğini öne sürer ve bu görüşü reddeder.

Benim görüşüm çevremerkezci bir eğilim taşıyor çünkü bu felsefe, özellikle de dünyamız ve dolayısıyla Türkiyemiz yıkıcı sorunlarla boğuşurken, daha insancıl ve geleceğimiz için daha yararlı geliyor. Örnek vermek gerekirse su kirliliği, dünyanın yaklaşık üçte birinin temiz su kaynaklarına erişemediği bir noktaya ulaştı. 

HARİTADAN SİLİNME TEHLİKESİ VAR

Şirketler dünyanın su kaynaklarının aşağı yukarı yüzde 90’ını kullanırken bunun başlıca nedenini anlamak pek zor değil, endüstriyel atıklar. Ayrıca atmosferimizdeki karbondioksit oranı Sanayi Devrimi’nden bu yana yaklaşık yüzde 30 arttı ve bu da kuraklığa, aşırı yüksek sıcaklıklara ve sellere neden oluyor. Bu seller ise öyle bir noktaya ulaştı ki Fiji, Samoa ve Marshall Adaları gibi küçük Pasifik Adaları ve Bangladeş gibi kıyı ülkelerinin bazı toprakları haritadan silinme tehlikeleriyle karşı karşıya. Bu durumlar da olaylara sağduyuyla yaklaşan her yurttaşı kuşkusuz ki çevremerkezciliğe yaklaştırıyor.

Ne var ki insancıl düşünceleri benimsemek “kaderimiz”i değiştirmek için yeterli değil, kişi dünyayı adeta bir hayatta kalma savaşımı vermeye zorlayan nedenleri öğrenmeli ki buna karşı çıkabilsin. Kapitalistlerin insanmerkezci yaklaşımları, yalnızca kâr etmeye yönelik hırsları ve diğer her şeyi gördükleri gibi doğayı da bir meta olarak görmeleri yaklaşık 200 yıldır doğayı zarar görmeye ve türleri yok olmaya itiyor. 

Çözüm ise bütün endüstriyel uygarlığı reddetmekten geçmez; bu, Sanayi Devrimi sonrası işsiz kalan işçilerin makineleri parçalaması gibi anlamsız ve yanlış hedefe yönelmiş bir öneridir. Önemli olan endüstriyi kapitalistlerin cüzdanına değil, doğaya hizmet edecek şekilde düzenlemektir. İnsan ise doğayla olan ilişkilerinden bağımsız düşünülemeyeceğine göre bu durum, kuşkusuz insanlığa da olumlu bir etkide bulunacaktır. Bunun da yolu da kâr etme odaklı değil, doğa ve emek odaklı toplumcu bir politik-ekonomik sistem kurmaktan geçiyor.


İlgili Haberler

Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler