Alternatifler ne kadar gerçekçi?

12 Ağustos 2018 Pazar

Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler geçmişte tanık olunanlardan daha derin bir krize girdi. Bundan önceki krizlerin nedenleri ve yarattığı gerginlikler de hafife alınacak türden değildi. Ancak 1963-64 Kıbrıs krizi ardından gelen Johnson mektubunun açıklanmasıyla yaşanan gerginlik, Türkiye’deki afyon ekiminin durdurulması için yapılan baskı, Kıbrıs harekâtından sonra gelen silah ambargosu gibi kritik krizler, Soğuk Savaş döneminde yaşandığından bir şekilde ittifaka zarar vermeden aşılabildi. Üstelik silah ambargosu krizinde Başkan Ford Kongre’yi engellemek, halefi Başkan Carter ise ambargoyu kaldırmak için uğraşmışlardı.

İran Devrimi ve Afganistan’ın işgaliyle yeniden kızışan ABD ve Sovyetler arasındaki Soğuk Savaş rekabeti Türkiye’nin stratejik önemini yeniden yükseltmiş, ilişkiler yakınlaşmış ve Washington, 12 Eylül askeri rejimine koşulsuz destek vermişti. Soğuk Savaş sona erene kadar bu yakınlık sürmüş, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Türkiye’nin konumu da ABD açısından muğlaklaşmıştı. Rahmetli Mehmet Ali Birand’ın 1990 yılında 32. Gün programı için mülakat yaptığı dönemin Dışişleri Bakan Yardımcısı Lawrence Eagleburger, “Siz aslında Avrupalı değilsiniz, Ortadoğu ile ilgilenin bundan sonra” mealinde bir şeyler söylemişti.

Aslında Türkiye’de de bir çevre Soğuk Savaş’ın bitmesiyle Batı ile çıkar ortaklığının bittiğini düşünmüş, ara ara ortaya çıkan Avrasyacı perspektiften Türkiye için farklı ilişki arayışlarını ön plana çıkarmıştı. Daha da önemlisi, Sovyetler’in dağılması ve Yugoslavya iç savaşı/çözülmesi Türkiye’deki bölünme korkularını körüklemiş, aşağıda anlatılan ABD ile yakınlaşma günlerinde bile ülkedeki pek çok odak Washington’un bir Kürt devleti kurma peşinde olduğuna iman etmişti. Bugünkü krizin arkasında da bu görüşü somutlaştıran PYD/YPG’ye verilen desteğin bulunması o nedenle şaşırtıcı değildir.

Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgaliyle birlikte ABD haritayı ve dolayısıyla Türkiye’nin coğrafi konumunu yeniden keşfetmiş, Sovyetler’in dağılmasıyla birlikte ortaya çıkan yeni jeopolitik gerçeklik, Türkiye’nin yeni bağımsızlaşan bu ülkelerin gelişiminde oynayabileceği düşünülen rol, Balkanlar’da işbirliği, ilişkileri yeniden yakınlaştırmıştı. Clinton yönetimi sırasında Türkiye, ABD Ticaret Bakanlığı tarafından on yükselen piyasadan birisi diye ilan edilmiş, BP’nin itirazlarına rağmen Bakû-Ceyhan boru hattının önü açılmış, Abdullah Öcalan Kenya’da Türk istihbaratına teslim edilmiş, AB’nin Türkiye hakkındaki olumsuz kararının değişmesi için Washington markaj yapmış, AGİT zirvesi Türkiye’de toplanmış, 1999 IMF anlaşması çok ehven koşullarla çıkmıştı.

Türkiye, ABD açısından laik, demokratik, kapitalist NATO üyesi, AB üyeliği peşinde Müslüman bir ülke olarak örnek ya da model olarak değerlendirilmiş, emlak değeri kadar bu nitelikleri de öneminin belirlenmesinde yol oynamıştı. 1 Mart tezkeresinde Türkiye’den istediğini bulamayan Bush yönetimi de Türkiye’yi çok merkezi bir müttefik konumuna getirmek isteyen Obama yönetimi de bu genel yaklaşımı sürdürmüş, Türkiye, özellikle AKP döneminde Washington’dan olağanüstü destek görmüş, 1 Mart’ın faturasını TSK’ye çıkaran ABD yönetimi, Türkiye’deki sivilleşme sürecinde en az AB adaylık müzakereleri kadar etkili olmuştu.

Irak’taki fiyasko ilginç şekilde Türkiye’nin Ortadoğu bölgesinde hareket alanını genişletmişti. Uzun zamandan beri Ankara’daki yönetimlerin arzusu olan daha özerk hareket etme imkânları bu devirde çoğalmış, Türkiye etkili bir diplomasi ve ekonomik ilişkilere özel önem veren yaklaşımıyla bölgede bir ilgi alanı oluşturmaya etkili bir oyuncu haline gelmeye başlamıştı. Arap isyanlarının serencamı, özellikle Suriye’deki iç savaşın bir bölgesel hatta küresel hesaplaşma niteliğini taşıması, Ankara’nın pragmatik yönleri ağır basan bir dış politikadan daha ideolojik ve hegemonya peşinde bir dış politikaya geçmesiyle ilişkilere zaten mündemiç çıkar farklılıkları, gerginlikler, anlaşmazlıklar giderek su yüzüne çıkmaya başlamıştı.

Son kriz 1990’larda iki taraf arasında başlayan, sorunları görmezden gelen yakınlaşmanın sona erdiğinin işaretidir. Aynı şekilde Soğuk Savaş’ın bitmesinden itibaren Türkiye’nin stratejik kimliğiyle ilgili yaşadığı ve ülkedeki tüm ideolojik akımların bir şekilde etkisi altında bulundukları yeni arayışın da bir ayrım noktasına geldiği tarihsel andır. Türkiye, içerideki siyasi gelişmeler, sistem değişikliği ve ideolojik dönüşümle 200 yıllık toplumsal/siyasal Batılılaşma siyasetini terk eder, kurumsal yapısını yeniden şekillendirirken stratejik Batılılıktan, Rusya ile yakınlaşmasına rağmen, vazgeçmemişti. Beklenti bundan vazgeçemeyeceği yönündeydi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın New York Times gazetesinde yayımlanan yazısı, Türkiye’nin stratejik Batılılığının sorgulandığı ve bundan vazgeçilebileceği mesajıyla bitiyordu. Dolayısıyla ülkenin gelecek onyılları belirleyecek bir karar arifesinde olduğu, krizin ne salt bir ekonomik yaptırım ne de Papaz Brunson krizi olmadığını ya da bunların çok ötesinde anlamlar, tarihsel özellikler taşıdığını gösteriyordu.

Erdoğan’ın son cümlesi şöyledir: “Washington, ilişkilerimizin asimetrik olabileceğine dair yanılgısından vazgeçmeli ve Türkiye’nin alternatifleri bulunduğu gerçeğiyle yüzleşmelidir. Bu tektaraflılık eğiliminden ve saygısızlıktan vazgeçmemek, bizi yeni dostlar ve müttefikler aramak zorunda bırakacaktır.” Mesaj açıktır. Türkiye Cumhurbaşkanı, Atlantik ittifakından vazgeçebileceğini söylemektedir. ABD sistemi içinde bu haberi memnuniyetle karşılayacak pek çok kurum ve odak mevcuttur. Bu nedenle yaşanan kriz geçmiştekilerden farklı olarak iki ülkenin ittifakının bitmesi ihtimalini içermektedir. Türkiye’nin “alternatiflerinin” ne denli gerçekçi ya da ülke çıkarlarına uygun olduğu tartışması şimdi tüm ağırlığıyla önümüzdedir.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları