İnsan aklı bir garip; “özgür çağrışım” ilgisiz şeyleri bir anda birbirine bağlayıveriyor.
Geçmişte AKP’yi destekleyen ama şimdi çok pişman liberal eğilimli kimi yazarların, geçen hafta, AKP ve Davutoğlu üzerine “eskiden çok iyiydi şimdi çok kötü oldu” türünden övgü, yergi, yönlendirme umudu dolu yazılarını okurken “No country for old man” filmini düşündüm.
Vizyona “İhtiyarlara Yer Yok” başlığıyla girmiş. Ben “İhtiyarlara göre ülke değil” başlığını tercih ederdim. Neyse... Esas değinmek istediğim, bu filmin bir sahnesinde uyuşturucu kartelinin katili Chighurg’un (Javier Bardem), profesyonel katil Wells’e (Woody Harrelson) yönelik sözleri: “Hayatında uyduğun kurallar seni buraya getirdiyse. Bu kurallar ne işe yarar?” Bu sözleri biraz değişmiş biçimde anımsadım: “Hayatında attığın adımlar seni buraya getirdiyse”...
Önce, bu yazarlardan birinin, trajikomik saptamalarından başlayalım. Bu yazara göre bugün “ataerkil sermaye, otoriter siyasetin ekmeğine yağ sürüyor”. Yazar, sınıfların oluşmasında ideolojinin önemini vurgulayarak yazısına giriyor; “AKP’nin başlıca sınıfsal dayanağının Anadolu sermayesi olduğu” savını doğru bulduğunu belirtiyor. Bu kesimin ataerkil ideolojilerinin özelliklerine dikkat çekiyor, bunların AKP’nin otoriterleşmesine katkıda bulunduğu sonucuna ulaşıyor.
Bu saptamalarda itiraz edilecek pek bir şey yok. Ancaaak... AKP yükselirken, aynı Anadolu sermayesi, çevrenin merkeze başkaldırması, vesayete isyan ve demokratikleşme dinamiği olarak sunulmuyor muydu? Yazarın içine düştüğü çelişki, bu çelişkinin gündeme getirdiği ahlaki sorunlar bence çok açık...
Ancak bir de şu soru var: Neden “ideolojinin maddi bir güç” olarak önemini bilen entelektüellerimiz, AKP hükümete geldiğinde, AKP kadrolarının “kimliklerinin” (öznelliklerinin) hangi ortak tarih içinde, hangi ortak “Büyük Öteki”ye göre (hangi ideoloji/ simgesel evrende) şekillendiğini sormadılar; edinmiş oldukları ortak sadakatleri, görmezden gelmeyi seçtiler? Bu otoriter, dinci öznelliklere sahip kadrolardan hangi akla hizmet demokratikleşme beklediler? Neden bu demokrasi, uzlaşma, vaatlerini bir “pasif devrim” sürecinde rakiplerini etkisizleştirme, (Gülerce, Hakan’la konuşurken, bu aklı ne güzel sergiliyor) hegemonya oluşturma araçları olarak okuyanları mahkûm ettiler? O zaman AKP’nin attığı adımların onu buraya, o zaman destekleyenlerin attıkları adımların da onları bugün bulundukları noktaya getireceğini neden o zaman göremediler?
Bir başkası şöyle diyor: “İşin başında Davutoğlu dış politikada hiç görülmemiş derecede iyi idi, şimdi hiç görülmemiş derecede kötü.” Başlangıçta “Mütevazı, etrafına saygılı, kibirsiz, uygar, Batılı” olarak tanıdığı profesör”... “başbakan olduktan sonra ‘alçak’, ‘hain’, ‘kaos peşindeki yarasalar’ ” diye konuşmaya başlamış. Önce şunu anımsatalım: En azından, Dr. Behlül Özkan’ın “Turkey, Davutoglu and the Idea of Pan-Islamism” (23 Jul 2014) başlıklı çalışmasına bir göz atmış olanlar, ideolojik yönelimi, toplumsal projesi, 1990’lardan bu yana değişmemiş bir misyon adamıyla karşı karşıya olduklarını kolaylıkla anlayabilir; “Stratejik Derinlik” kitabını kabaca okuyanlar bile, nasıl fantastik varsayımlar üzerine kurulduğunu, bizim yıllar önce vurguladığımız gibi, büyük bela açmaya aday olduğunu görebilirlerdi.
Dün Davutoğlu “atom karınca” lakabıyla bölgede dört dönerken, biz bunun dış politikada başarı anlamına gelmeyeceğini, “İyi de kazanımları ne” sorusunun cevapsız kaldığını savunuyorduk. Dün o dış politikanın, Davutoğlu’nun o zaman attığı adımların, onu buraya getirdiğini görmemek için o zamanlarda gözlerini bilerek kapamış olmak gerekiyor.
Yazımın başlığına dönersem, ülke bugün bulunduğu noktaya, dün destek verilen politikalardan, atılan adımlardan geçerek geldi. Bir entelektüel, bugün atılan adımların, alınan kararların, söylenen sözlerin yarın nereye varacağını öngöremiyorsa ne işe yarar? Onun o tutumlarına ışık tutan bilgiler, onu buraya getirdiyse, bu bilgiler ne işe yarar? Gerçekten de Türkiye artık, tüm karmaşıklığı, çelişkileri ve acımasızlığıyla, liberal teorilerle hareket edenlere, teorisini düzenin hizmetine veren sofistlere göre bir ülke değildir.
Bir Anglosakson değişiyle bitirelim: Beni bir kere kandırırsan sana ayıp. İki kez kandırırsan bana...
Çok İyiydi, Çok Kötü Oldu
Yazarın Son Yazıları
Türkiye, yıllardır siyasal İslam rejiminin “toplumsal ruh mühendisliği” projesinin baskısı altında yaşıyor.
Erkek fantezilerini meşrulaştıran faşist ve siyasal İslamcı ideolojilerle hesaplaşmadan algoritmaları suçlamak kolaydır ama asıl nedeni görünmez kılan politik bir kaçıştır.
Sağın bu birlik refleksi, ideolojik bir tutarlılıktan değil, son derece sade bir siyasal sezgiden besleniyor: İktidarı istiyorsan yan yana duracaksın.
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne (UGS) bu kez emperyalizm ve faşizm kavramlarının ışığında bakacağım.
Önümüzdeki dönem dünya siyasetini yalnızca büyük güç rekabeti değil; milliyetçi, hatta uygarlıkçı reflekslerle donanmış yeni bir “teknolojik kapitalizm” biçiminin, faşist ideolojinin küresel ölçekte (öncelikle de UGS’nin, “göç dalgaları altında kimliğini kaybeden, gerileyen uygarlık” olarak tanımladığı Avrupa’ya), dayatılması belirleyecek.
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...