Mahallemde benim sık sık Güneydoğu’ya gittiğimi bilirler. Bu nedenle ev yemeklerinin müptelası olduğum Filiz Hanım, her daim giysilerimi bozan, yeniden yapan terzim, saçlarımı kesen can dostum kuaför Ayten “Otur bize anlat neler oluyor” diye bana el koyarlar. Ben de başlarım gördüklerimi, yaşadıklarımı anlatmaya. Bu kez de öyle oldu ama son Diyarbakır seyahatimden sonra anlattıklarıma bir süreliğine inanmadılar. “Hadi canım artık bu kadar da olmaz” dediler. Peki, ben ne anlattım, belki ikinci kez duyacaksınız ama bunu özellikle anlatıyorum. Savaşta bir kavram var, İngilizcesi, “Human Error”, Türkçesi “insan hatasını asgariye indirme.” Şöyle, örneğin diyelim ki, bir polis ya da bir asker bir eve girdi. Evde küçücük çocuklar var. Gözlerini askere dikmiş, ellerini yukarı kaldırmışlar. Bu durumda o polis ya da asker insan olduğunu anımsayacaktır. Ve büyük ihtimalle, bir psikopat değilse, çocukları öldüremeyecektir.
İşte Güneydoğu’daki savaşta özellikle bu “insan hatasını asgariye indirmek” için çok önemli bir araç kullanılıyor. Bunlara “Akrep” deniyor. Her tarafı zırhlı, içinde kocaman bir ekran var. Bu ekrana bağlı bilgisayarlı kameralar, çevredeki en küçük bir hareketi bir nokta hedef olarak gösteriyor. O sırada bir çocuk yola çıkmış olabilir, bir kadın komşusundan su alabilir, bir yaşlı adam aptes almak için çeşmeye doğru gidebilir. Kameralar bunları ayırt etmiyor, hepsi bir nokta hedef. Akrep’in içindeki iki kişi, hiçbir şey görmüyor. Sadece hedefi yok etmek için bir düğmeye basıyorlar. “Hedef zayi oldu.” Bunları yazdım ama pek çok kişi inanmamış. Tıpkı mahallemdeki dostlarım gibi.
Çatışma bölgelerinde sokağa çıkma yasağı kalktığında sokaklarda köpek, inek ve yüzlerce güvercin ölüsü görülüyor. Siz de mutlaka fotoğraflarını görmüşsünüzdür. O güvercinler, öküzler ekranda sadece bir nokta hedef olarak görüldüğünden vuruluyor. Evet, teknoloji yepyeni bir ölüm silahı yapmış. Amaç insanı sadece düğmeye basan bir robot haline getirmek. Hedefe kilitlenen insanların, gece yatağa yattıklarında rahat uyumalarını sağlamak. Çünkü öldürdükleri çocukları, kadınları, yaşlıları görmediler bile.
Şimdi bir de helikopterlerden ve onların donanımlarından söz etmek istiyorum. Teknoloji inanılmaz kameralar yaptı. Bunlara inanılmaz mercekler koydu. Şimdi kapkaranlıkta bile gören kameralar var. İşte bölgedeki helikopterler bu kameralarla donatılmış. Siz aşağıda yürüyorsunuz, helikopter de üstünüzde fakat çok yüksekte, siz helikopteri zor zar görüyorsunuz ama o kameraları sayesinde sizin elinizdeki dövmeyi bile görüyor. Dövme misali vermemin nedeni, elimde bir kuş dövmesi olduğundan. Tamam sadece elinizdeki dövmeyi görmüyor, yüzünüzün fotoğrafını da bir şekilde, (bu bir teknoloji mucizesi) çekiyor ve aynı anda bilgisayara vererek belleğinde binlerce kişinin yüzüne sahip, bir yüz okuma programına gönderiyor. Böylece sizin daha önce nerelerde bulunduğunuz, hangi eyleme katıldığınız ve kim olduğunuz bir iki dakika içinde helikopterdeki bilgisayarda beliriyor. Sonrası koordinatları belirlemek ve aşağıdaki vurucu time bildirmek oluyor.
Şimdi ben bunları anlatırken dostlarımın inanmaması normal, sizlerin de inanmaması normal. Çünkü silahla işimiz yok. Ama silah şirketlerinin teknolojinin tüm nimetlerinden faydalanmadığını düşünmek safdillik olur. Tabii bir de keskin nişancılar var. Bu keskin nişancılar özel yetiştiriliyor ama çok maharetli oldukları söylenemez, maharetli olan ellerindeki suikast silahı ve onun mercekleri. Öyle mercekler ki, on kilometre ötedeki bir hedefi burnunuzun dibine getiriyor. Artık bundan sonrası kolay, bas tetiğe.
Kısaca dostlarım, silah sanayisi akıl almaz bir biçimde kendini geliştirmiş. Öldürmek için! Ve işte güvercinler, köpekler, çocuklar fark etmez, her şeyi öldürüyorlar. Savaşın ne yazık ki, iki tarafı var. Karşı tarafta ise, tüm çocuklukları ölüm haberleriyle, kuşatılmayla geçmiş çocuk yaşta gençler var. Onların da ellerinde silahlar var. Silah sanayisi için onlar da müşteri!
Yeni ölüm silahları!
Yazarın Son Yazıları
Sevgili okurlarım, yıllar önce İspanya’nın Endülüs bölgesinde dolanırken nereden aklıma düştüyse yolda gördüğüm Çağlar Boyu İşkence Aletleri Müzesi’ne girivermiştim.
Sevgili okurlarım gerçekten bıktım, neden mi?
Sevgili okurlarım bir an kendimi bir reklam şirketinde çalışırken buldum.
Geçtiğimiz hafta, uzun zamandır siyasal ve ekonomik belirsizlik, biri biterken öteki başlayan savaşlar ve giderek şiddetini artıran emek sömürüsü karşısında umutsuzluğa kapılan dünya halkları, uzun zamandır egemen güçler tarafından özellikle unutturulan bir sözcüğü yeniden anımsadı: “Sosyalizm!”
Sevgili okurlarım tarih bize, ülkelerin çökmesine en çok yardım edenlerin kraldan çok kralcılar olduğunu gösterir.
Sevgili okurlarım ülkemin içinde bulunduğu belirsizlik durumu, giderek çoğalan çocuk çetelerinden söz etmek, öldürülen yoldaşların ardından ağıt yakmak, her gün bir kadın cinayetiyle yüz yüze gelmek beni hiç olmadığım kadar umutsuzluğa sürükledi.
Sevgili okurlarım bu hafta bir vatanseveri, bir doğa koruyucusunu, işi sadece gerçekleri belgelemek olan bir güzel insanı Hakan Tosun’u toprağa verdik.
Bir avukat İstanbul’da kalabalık bir caddede, ofisi önünde maskeli kişiler tarafından Kalaşnikoflarla taranarak öldürülüyor.
Sevgili okurlarım insanın tüylerini ürperten. “Bu kadar da olmaz” dedirten bir fotoğrafa bakıp duruyorum.
Sevgili okurlarım hepiniz benim Adana sevgimi bilirsiniz.
Onun hiçbir şeyden haberi yoktu.
Sevgili okurlarım şimdi gelin İtalya’nın Roma kentinde vahşet resimlerinin sergilendiği bir müzeye girelim.
Sevgili okurlarım bugüne kadar hiçbir kitap beni böylesine acıtmamıştı.
Sevgili okurlarım, sivil itaatsizlik özellikle yasalardan, yönetimden hoşnut olmayanların başvurduğu bir eylemdir.
Sevgili okurlarım bugün yazıma Leonard Cohen’in “Herkes biliyor geminin su aldığını./ Herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini./ Ve herkes biliyor zarların hileli olduğunu” şiiriyle başlayayım dedim, herkes biliyor da ben neden böyle doktorun az önce biyopsi yaptığı bir hasta gibi endişeyle bekliyorum.
Sevgili okurlarım iyice kafa sersemi olduk.
Sevgili okurlarım bu yaz kendimi büyük bir açık hava tiyatrosunda oyun izliyor gibi hissediyorum.
Sevgili okurlarım bir hafta önce ülkemizde her yer yanıyordu.
Sevgili okurlarım başlık benim değil, sosyal medyada gördüm, sahibini aradım, bulamadım ama bu başlığa vuruldum.
Sevgili okurlarım bu hafta yazar Pınar Kür’ü sonsuza uğurladık.
Sevgili okurlarım ne yazık ki kavşağa geldik arabayı ya uçurumdan aşağı süreceğiz ya da hepimiz yepyeni sorular sormaya, çözümler bulmaya çalışacağız.
Başlığım kimseyi şaşırtmadı değil mi? Evet, bu canım ülkede yepyeni bir savaş deneniyor.
Sevgili okurlarım şimdilik füzelerle, insansız uçaklarla yapılan savaş bitmiş görünüyor, doğrusu ben bittiğine hiç inanmıyorum. Bir yerlerde gene füzeler uçacak, çocuklar ölecek, ölüyor da. Şimdi gelelim bizdeki asıl savaşa. Evet dostlarım ülkemizin zeytinliklerimizi bitirme savaşı bu.
Sevgili okurlarım meğer bizim bu kadim ülkemizde ne kadar çok savaş uzmanı varmış.
Sevgili okurlarım, epey bir zamandır yaklaşık 20 yıldır bu köşede neredeyse aynı sorunları yazmaktan bıktım.
Sevgili okurlarım gene bir bayram günü, üstelik pazar. Açık konuşmayı severim bilirsiniz öyleyse açık konuşayım ben bu bayramı hiç sevmem.
Sevgili okurlarım bir kentten başka bir kente taşınmak ne kadar zormuş.
Sevgili okurlarım 50 yıldır yaşadığım İstanbul’u bırakıp Kocaeli’nin Değirmendere Mahallesi’ne taşınıyorum.
Sevgili okurlarım 25 yıllık hayat ve iş arkadaşım, kızım Dünya’nın babası cebinde şiirlerle dolaşan tüm hayatı boyunca devrime inanan film yönetmeni Ali Özgentürk’ü sonsuzluğa uğurladık.
Yurdumuz yeniden bizim olmalı!
24. yılını kutlayan Afyonkarahisar Klasik Müzik Festival
Unutma deprem geliyorum der ve gelir!
Analar babalar, çocuklarımıza kıyıyorlar!
Bak şu işe ben şu küçücük Yunanistan’ı kıskanıyorum!
Boykotun sessiz çığlığı
Plastik mermi, cop, tazyikli su ve bitmeyen tutuklamalar
Hep birlikte haykırıyoruz: ‘O gün bugündür!’
Cihatçılar Alevileri ve muhalifleri öldürürken...
Ah ne çok öldük!
Ne oldu barış mı gelecek?