Çiğdem Toker

Mizah ağlıyor

30 Ocak 2016 Cumartesi

"Eline tutuşturmak” diye bir deyimimiz var bizim. Sözlük karşılığı, “Karşısındakinin isteyip istemediğini düşünmeksizin verivermek.”
Gerçekten de “eline tutuşturmak” dendiğinde, eylemin tek taraflı olduğunu; yanı sıra tutuşturulan kimsenin rızasının aranmadığını hissetmek için, öyle oturaklı hukukçu olmaya pek gerek yok.
Sevgili Can ile Sevgili Erdem hakkında hazırlanan 473 sayfalık iddianamede geçiyor bu deyim.
İki arkadaşımın, yazdıkları haberler nedeniyle cezaevinde ölmesi gerektiğini öngören, “intihalli ”iddianamenin 211. sayfasından aktarıyorum:
“Beyanlardan da anlaşılacağı üzere şüpheliler, ellerinde somut hiçbir bilgive belge olmamasına rağmen FETÖ/PDYTerör Örgütü’nün, aracılar vasıtasıyla ellerine tutuşturduğu görüntüler üzerinden Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve hükümetini terörle ilişkilendirmeye girişmişler, bu amaç doğrultusunda bilinçli ve sistematik olarak, gerçeklikten uzak/kurgu yazılar kaleme almışlardır.”
İddianameyi okurken Can ile Erdem’i, bambaşka işlerle uğraştıkları bir sırada, hangi köşeden nasıl belirdiği anlaşılmayan ve işleri bittikten sonra olay mahallini koşar adım terk eden birtakım aracıların koşa koşa gelip ellerine “görüntü tutuşturulurken” hayal etmeye çalıştım, olmadı.

*** 


Hukuksal değerlendirmelerde, genellikle fakültenin ilk yıllarında öğretilen ve sonrasında ister yargıç, savcı, ister avukat olunsun, sıkça rehberliğine başvurulan yalın ve yaygın bir kriter vardır:
“Hayatın olağan akışı.”
Can ile Erdem’in cezaevinde ölmeyi hak edecek kadar ağır bir suç işlediklerine kanaat getirirken biri 56, diğeri 49 yaşında her ikisi de meslekte çeyrek yüzyılı devirmiş iki gazetecinin, “eline tutuşturulan” görüntülerle “gerçeklikten uzak/kurgu” yazılar kaleme almasının, hayatın olağan akışına pek uygun olmadığını öngörememek ne kadar talihsiz bir durum.
Talihsizlikler bununla sınırlı değil. Bir köşe yazısı hacmini epeyi aşacak uzunluktaki listeden, vahim bir örnek daha aktaralım:
Can ile Erdem, 26 Kasım 2015 tarihinde tutuklandılar. Tutuklama kararının, Basın Kanunu’ndaki 4 aylık süre geçmesi nedeniyle usulden sakat olduğuna ilişkin itiraz dikkate alınmadı. Bu itirazın, hukuken ne kadar ciddi nitelik taşıdığı ve ağır sonuçlar doğurma ihtimali bulunduğu, iddianame ortaya çıkınca anlaşıldı.
Hatırlayalım: Can, 29 Mayıs 2015, Erdem ise 12 Haziran 2015 tarihli haberleri nedeniyle suçlanıyor. 4 aylık soruşturma süresinin aşıldığı her iki haberin tarihi için de tereddütsüz.
İddianameden anladık ki, hukuka aykırı olan bu sakatlığın giderilmesinin yolu, suç tarihini geriye ve ileriye doğru genişletmekten geçebilirmiş.
MİT TIR’ları haberinin yayımlandığı 29 Mayıs 2015 değil, ta 2 Aralık 2013’ten bu yana suç işliyormuş Can. Dahası, Silivri’ye girdikten sonra, kâh elde çamaşır yıkarken, kâh eşiyle, çocuğuyla görüşürken bu suçu işlemeye devam ediyormuş olacak ki, 2 Aralık 2015 tarihli yazısı da delil olarak girivermiş iddianameye.
Okurken kahkaha attığımı anımsadığım, bir direnme aracı olarak mizah duygusunun ustalıkla kullanıldığı yazısı üstelik.
Evet Can’ın “Erdem’le Silivri’ye getirildiğimiz gece, ilk kayıtta hangi suçtan tutuklandığımızı sordular. Casusum ben dedim. İyi de sorsalar hangi ülkenin casusu olduğumu bilmiyordum...” diye başlayan yazısı, iddianamenin 206. sayfasında delil olarak duruyor.
İnsanın da dimağı duruyor.
Mizah ağlıyor. 
 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Hoşça kalın 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları