Siyasal İslamın entelektüellerinden Hayrettin Kahraman (Daily Express’e göre, Erdoğan’ın imamı), “Müslümanların Yahudilere, Hıristiyanlara ve diğer din mensuplarına yaşama hakkı tanıdığı gibi ‘Hayır’cılara da bu hakkı tanıyacağını” söylemiş.
Böylece “Hayır”cıları, İslamın karşısındaki dinlerle aynı kategoride gören Kahraman ne tek örnek, ne de kuralı bozan bir istisna. Daha geçen hafta, “kinine dinine sahip gençlik” amacıyla çıkılan yol, “daha akıtılacak çok kanımız var” noktasına gelmemiş miydi? Kinine sahip olanların, kendilerinde birilerine yaşam hakkı tanıma hakkını görenlerin düzeni... Referandumdan “Evet” çıkarsa gidilecek yer işte burası. İdam cezasının geri getirileceğini de düşününce insanın tüyleri ürperiyor.
Nasıl ürpermesin, “bu kin hangi kin, kime yönelik?” sorusu karşımıza, çok geniş bir yelpaze getiriyor. Kemalistler, siyasal İslamın yaşam tarzını (biyopolitiğini), değerler sistemini (hakikat rejimini) benimsemeyenler, ateistler, sosyalistler LGBTQ+ bireyler, Kürt siyasi hareketine ait olanlar ve en genelde erkeğin mutlak egemenliğini kabul etmeyerek kendi bedenlerine sahip çıkmakta ısrar eden kadınlar. Sık sık duyduğumuz “Kılıçdaroğlu Alevi” vurgulaması, listeye Alevileri de ekliyor.
Bu “Hayır” diyecek olan, dolayısıyla toplumun en azından yarısını oluşturan bir çokluktur. Kahraman’ın kimliğinde, toplumun yarısının yaşam hakkı üzerine soru işareti koyan, toplumun en azından yarısına kin duyan bir anlayış var karşımızda.
Siyasal İslamın zirvelerindeki bu ruh halini, kolaylıkla ve kibarca, “aklın istikrarsızlığı” olarak tanımlayabiliriz. Bu ne biçim bir kin ve öfke ki, ağızlarından çıkan sözün mantıkta ne anlama geldiği, pratikte nereye gittiği umurunda değil. Ya da aslında niyet bu!
“Evet”, bizi bu öfkenin mutlak iktidarına götürüyor.
“Aklın istikrarsızlığının” ne kadar yaygın bir patoloji olduğunu gösteren o kadar çok örnek var ki: Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, kendi yadsımasını içinde taşıyan bir önerme üretmeyi başardığının ayırdına varmadan döktürmüş: “Başbakanla Cumhurbaşkanının yetkilerini, tek adamlığa son vermek için birleştiriyoruz. Tek adamlığa son veriyoruz.” İnsan, bu gazetenin okuyucularını düşünerek vurgulamaya bile utanıyor ama olsun: Başbakanla cumhurbaşkanının yetkileri nerde birleşiyor? Tek bir adamda... Sakın Kurtulmuş’un kullandığı dilin, akılcılığı kendine ölçüt alan “laikçilere” yabancı, farklı bir anlamlar sistemi olmasın?
“Evet” bizi işte bu anlamlar sisteminin karanlığına götürüyor.
Ülkeyi helak edecekler
Murat Yetkin aktardı, bu referandumla amaçlanan başkanlık sistemi bir “güçlü devlet”, “kutup ülke” yaratacakmış. Gördüğünüz gibi aklın istikrarsızlığı devam ediyor. Bir devleti güçlü yapan, iktidardaki kliğin her arzusuna araç olmak değil, güçlü bir ekonomik teknolojik temel, halkının ve dünyanın gözünde güçlü bir meşruiyet, uzun dönemli istikrar beklentisidir. Birileri iktidarda kalabilmek için kendilerini ülke nüfusunun yarısını bastırmak, komşularının içişlerini kurcalamak (Bkz: Ceyda Karan, 29/03) zorunda hissediyorlarsa, “yaşam hakkı tanımayı” konuşuyorlarsa, son derecede kırılgan ve istikrar vaat etmeyen bir devletten söz ediyoruz demektir.
Siyasal İslamın AKP rejiminin “güçlü devlet” arzusunun asla gerçekleşmeyeceğini kolaylıkla söyleyebiliriz. “Kutup ülke” arzusuna gelince, dünyada bu konuma birinci (ABD ve Çin) ve ikinci (Rusya ve Almanya) dereceden aday olan ülkelerin ekonomik, teknolojik, askeri kapasitelerine, AKP rejiminin elindeki devletin son yıllarda başına gelenlere ve yönetimdekilerin aklına bakmak yeter. Ne “güçlü devlet” ne de “kutup ülke” fantezi olmaktan öteye geçebilecek arzulardır. Ancak bu imkânsız arzuların, ülkeyi ve halkını helak etme olasılığı son derecede yüksektir.
“Evet” bizi hızla bu olasılığa götürecektir.
‘Evet’ ile nereye?
Yazarın Son Yazıları
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.
Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor...
Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...