ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ni (UGS2017) ikinci hegemonya restorasyonu hamlesi olarak okuyabiliriz. Birinci restorasyon hamlesi (11 Eylül 2001’in ertesinde açıklanan Dört Yıllık Savunma Gözden Geçirme -QDR 2001- raporu, 2002’de açıklanan Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi), umulanın aksine, ABD’nin ekonomik, askeri, kültürel zaaflarını sergilemiş, hegemonyasını daha da gerileterek sönümlendirmişti.
QDR 2001’den...
Birinci restorasyon hamlesinin arkasında, ABD’nin ekonomik, kültürel çekiciliğinin, (liderlik kapasitesinin) zayıfladığı, ancak askeri kapasitesinin hâlâ rakipsiz olduğu varsayımı vardı: ABD hegemonyasının, rıza alma “ayağı” kırılmıştı, ancak şiddet uygulama “ayağı” hâlâ sağlamdı. ABD, üstünlüğünü ve çıkarlarını koruyabilmek için askeri kapasitesine öncelik verecekti. Rıza almaya değil de, şiddete ve dayatmaya dayalı bu yeni yönelim bir imparatorluk projesi anlamına geliyordu. Zaten ABD’de kimi yazarlar daha 1997’de “American Emporium” kavramını kullanmaya başlamıştı.
Bu iki belge, ABD yönetiminin, küreselleşmeyi (tüm coğrafyaların ABD sermayesine, iradesine açık kalması) korumak için, gerektiğinde geleneksel müttefiklerini bir kenara koyarak tek başına davranabileceğini, yeni bir tehdit algısıyla, önleyici vuruşlar yapabileceğini söylüyordu. Bu yeni stratejinin birinci amacı, ABD’ye rakip güçlerin yükselmesini engellemekti. Sonra BOP, Afganistan ve Irak işgalleri, Ilımı İslam projesi, rejim değişiklikleri...
Bu atılım başarılı olamadı. Dahası, ABD ekonomisine, bütçe fazlasını açığa çeviren, 2007 finansal krizini çabuklaştıran yeni mali yükler getirdi; 2006’da Savunma Bakanı Rumsfeld’in yerine, Robert Gates’in gelmesiyle rafa kalktı. Obama döneminde, yeniden müttefiklerle birlikte davranma stratejisine geri dönülürken, ulusal çıkarlar, tehditler listesine “küresel ısınma” da eklendi. ABD hegemonyası gerilemeye, yeni büyük güçler yükselmeye devam etti.
UGS-2017’ye...
UGS 2017, birçok açıdan birinci hamlenin yarattığı yıkımın ürünlerinin bir sonucudur. Bu ürünlerden birincisi, bizzat Trump yönetiminin kendisidir.
İkincisi, ilk atılım yeni savaşlara, Şii-Sünni kamplaşmasına, IŞİD olayına ve büyük göçlere yol açtı. Finansal kriz içinde Çin, tek kuşak tek yol projesi ve teknolojik ilerlemeleriyle kendi mekânını (küreselleşmesini) yaratmaya başladı. Rusya kendine Avrupa’da ve Ortadoğu’da yeni etki alanları açtı.
Yeni UGS içinde küreselleşmenin adı bile geçmiyor. Aksine ulus devletlerin egemenlikleri, dış ticarette haksız rekabete karşı mücadele kavramları korumacılık eğilimine işaret ediyor. ABD sanayisinin verimliliğinin, inovasyon, teknolojik liderlik kapasitesinin restorasyonu, ülke altyapısının yeniden inşası, enerji alanında egemen güç olmak gibi hedefler vurgulanıyor. Bu hedeflere ulaşmak için sermayeye daha fazla serbestleştirme getiriliyor. Enerji alanında egemenlik amacıyla birleştirince, küresel ısınma sorununun gündemden çıktığını, “vergi reformu” da gelir dağılımının bozulmasının ciddiye alınmadığını gösteriyor.
Askeri harcamaların artırılmasının yanı sıra, nükleer ilk vuruş, hatta nükleer olmayan stratejik saldırılara (siber saldırılarda bu kategoriye alınabiliyor) karşı nükleer silah kullanma niyeti de, UGS-2017’nin kapsamı içinde.
UGS-2017, öncekilerden farklı olarak, ılımlı ve radikal ayrımı yapmadan, siyasal İslamın tümünü, Şii ve Sünni kanatlarıyla birlikte hedef alıyor.
Karşımızda, geride kalan 30 yılın dış politika geleneğinden kopmayı arzulayan, işbirliği ve diplomasi yerinde dayatmaya, korunmaya öncelik veren, bir belge var. Bu belgede, tümüyle dev şirketlerin inisiyatifine ve arzusuna bırakılmış bir ekonomik restorasyon, toplumsal çelişkileri daha da derinleştirecek sosyal politikalar, devletin finansal yükünü daha da ağırlaştıracak bir vergi reformu, hızlandırılmış bir militarizm, tüm dünyaya karşı tek başına hareket etmeye kararlı bir dış politika yönelimi görüyoruz. Sonuç olarak, ABD hegemonyası gerilemeye, büyük savaş riski artmaya devam ediyor.
İkinci restorasyon hamlesi
Yazarın Son Yazıları
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.
Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor...
Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...