Ercan Kesal: Yaralarımızın merhemi kabuğunun altında

Ercan Kesal yazar, oyuncu, yönetmen, doktor, senarist. İnsanı iyi anlıyor, anlatıyor, doğal olarak da oynuyor. Yeni başlayan Üç Kuruş dizisinde misafir oyuncu olarak yer aldı. Onu bulmuşken insanlık hallerini konuştuk...

Ercan Kesal: Yaralarımızın merhemi kabuğunun altında
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 08.11.2021 - 09:32

- Nasılsınız, ülke olarak ağır bir gündemden geçiyoruz. Bu size nasıl yansıyor, en çok canınızı sıkan ne?

Sadece ülke olarak değil, dünya olarak ağır bir dönemden geçiyoruz. Bölgesel savaşların, zorunlu göçlerin, iklim değişikliklerinin sonuçlarının, mülteciliğin ve yoksulluğun dünyayı altüst ettiği bir dönem. Bu zor yılları adil bir düzende, demokratik hak ve taleplerin baş tacı edildiği, kültür ve sanatın özgürce geliştiği, geleceğe umutla baktığımız bir ülkede geçirmek isterim.

- Bir dolar fırtınasının içindeyiz ve giderek yoksullaşıyoruz. Sizce bu insanlara yoksullaşma dışında ruhsal olarak nasıl yansır?

35 yılı aşan hekimlik hayatımın öğrettiği bir gerçek var ki, o da en ağır hastalığın yoksulluk olduğudur. Sağlığın tanımı da çok açıktır bu yüzden: Sağlık, insanın bedenen ve ruhen tam iyilik halidir.

- Yönetmen koltuğuna ilk kez oturduğunuz Nasipse Adayız çok ilgi çekmişti. Ardından filmin hazırlık sürecini bir belgeselle anlatacağınızı söylemiştiniz. Ne durumda Bir Zamanlar Adaydım?

En yakın zamanda yayınlanacak. “Bir Zamanlar Adaydım” esasında “Nasipse Adayız” filminin mütemmim cüzü gibi bir belgeseldir. Ama pandemi koşulları filmimizi nasıl olumsuz etkilediyse belgesel de bundan nasibini aldı. Alternatif mecralardan biriyle anlaşmak üzereyiz.

- 2019’da Velhasıl kitabınız yayınlanmıştı, yeni bir kitap hazırlığınız var mı?

Yakında biteceğini ve yayıma hazır hale geleceğini zannediyorum. Bu yaz Urla’da Yenal Bilgici ile uzun bir nehir söyleşi yaptık. Onu bekliyorum. Bu senenin hasadı o olacak.

- Urla’da yaşıyorsunuz, oradan bakınca İstanbul nasıl görünüyor?

Dünyanın en güzel şehrini yaşanmaz hale getirdik ne yazık ki. Ama, bir ayağımız yine İstanbul’da. Poyraz liseyi burada okumak istedi.

Son iki yılı özellikle pandemi sürecini Urla’da yaşamak bir şanstı kuşkusuz. Urla’yı benzerlerinden ayıran en önemli özelliği ufkunun açık ve geniş olması. Coğrafi olarak bir vadidir Urla. Çıkmaz sokak değildir. İnsanın ruhuna genişlik ve sonsuzluk duygusu verir. Rüzgârları güzel eser. Denizi soğuktur. Zeytini, üzümü, otu, meyvesi lezzetli ve verimlidir.

- Pandeminin başında ve ortalarında herkes içine dönmekten, hayatı yavaşlatmaktan söz etti durdu. Kaçıp gidenler, kendini değiştirenler oldu tabii ki... Ama bence her şey olanca vahşiliğiyle eskiye döndü. Yoksa -mış gibi mi yaptık, hiçbir şey ve hiç kimse değişmemiş miydi?

Dünyanın ömrünü insan ömrüyle tarif etmeye çalışmak beyhude bir gayret. Dünyanın ömrü bizim kaderimizden de kederimizden de uzundur. Ne coşkun bir ümidim var, ne de umutsuz bir bekleyiş içindeyim. Elbette isterdim Dostoyevski’nin iyimser kahramanı Mişkin gibi olabilmeyi ama olmuyor işte! “Umutsuz ve kötümser bir dünyaya inanmanın getirdiği can sıkıntısının insanı hayvana çevirebileceğini” de biliyorum ama romantik bir coşkuya da kapılamıyorum. Yaşlanmanın ve belki antropoloji okumalarının bana böyle bir faydası oldu.

İnsan yaşadığı yere benziyor. Burası bizi değiştirip dönüştürüyor elbette ama biz de onu değiştiriyoruz. Yeryüzünün bir hafızası var ve biz onun ayrılmaz parçasıyız.

-Hekimlik yaptınız, binlerce insanla karşılaştınız, dert dinlediniz. Tıp, psikoloji, antropoloji eğitiminiz var. Sizce bugünün insanının hastalığı ne?

Hadsizlik! Mesnetsiz bir özgüven. Vasatın, cehaletin kutsanması. Kendini bir şey zannetmek. Diğerkam olamamak. Tuhaf bir özsevicilik.

- Hayatınızın neredeyse tamamı insanı anlamak ve anlatmakla geçti. Nasıl bir yolculuktu? İnsanla ilgili öğrendiğiniz en güçlü şey ne oldu?

İnsan denen canlı da dahil çevremizdeki her şey hayatiyetini sürdürmeye programlanmış sanki. Hayatın devamından başka bir görevimiz yok gibi. Her seferinde yeniden bir başka form ya da ruhla bu döngünün bir parçası oluyoruz. İyileşmek, ayağa kalkmak, çoğalmak ve devam etmek. Başka bir çare yok belki de. İnsana dair en güçlü özellik her koşul ve şartta hayatını idame ettirmeyi becermesi, ayakta kalabilmesi, dünyanın bir parçası olabilmeyi sürdürmesi.

- Yaşam inanılmaz bir hızla ilerliyor ve biz bir sürü şeyi sindiremeden geçip gidiyor. Bunda tabii ki içinde yaşadığımız ülkenin şartları, geçim sıkıntısı, saat başı değişen gündem de çok etkili. İnsan olarak neleri kaçırıyoruz kendimizle olan bağımız koptukça?

“Zaman bir durumdur, insanın ruhuna can verir ve zamanın dışında anı olmaz” der Tarkovski. Evet, zaman bir gösterge aslında ve geçip giden şeyler bugünün içinde bir yerlerde saklı duruyor. Yaşadığımız her şey ardımızdan yuvarlanıp birikerek şimdiyi oluşturduğu için kaybedilmiş bir şey de yok aslında. Geçmiş geri getirilemiyor elbette ama içinde bulunduğumuz zaman ruhlarımıza kazanılmış deneyimler halinde yerleştiği için, biz farkında olsak da olmasak da da başımıza gelen her şey ruhlarımıza siniyor. Ülkemizin ve dünyanın başına gelenler, geçip giden ya da hala devam eden sıkıntılarımız, her seferinde değişen gündemin geride bıraktıkları, hepsi de içimizde bir yerlerde. Hatırladığımızda bize acı ve keder verse de yaralarımızın merhemi kabuğunun altında. Dermanımız derdimizden başkası değil!

- Uçlarda yaşayan ve ergen bir toplum olduğumuzu düşünüyorum diyorsunuz. Nasıl büyüyeceğiz toplum olarak?

Değişerek dönüşeceğiz. Öncelikle bunu çok istemeliyiz. Sözünü ettiğim şey insanın pskolojik evrimi gibi bir süreç. Bir ergen oral, anal dönemden geçerken bu dönüşümü nasıl eskiyi yıkarak gerçekleştirebiliyorsa, yetişkin olabilmek için de ergenliği yıkıp ondan vazgeçmeyi göze almak zorundadır. Sancılı ve zorlu olacağı aşikar!

- Sizce politika insan ruhunun sınandığı en çetrefilli alan. Bugün politikacılar ruhlarının sınandığının farkında mı sizce?

Bir zaman sonra içlerindeki kör noktayla karşılaştıklarına eminim, gerçek öznelerinin yer aldığı o kör noktayla. Politika yolculuğu buna fırsat veren de bir yolculuktur çünkü. Ama geriye dönmek ileriye gitmekten daha zordur! Kolay olan, bitmek bilmeyen erk talebiyle koşmaya devam etmek. Kolayı tercih ediyorlar belki de.

- Bir söyleşinizde rastladım. “Biricik bir hayatım var. Tekrarı olmayan. Ölümü hak ederek tüketmeliyim onu” diyorsunuz. Ne demek istiyorsunuz?

Puşkin, 38 yaşında şüpheli bir düelloda hayatını kaybettiğinde Dostoyevski onun için “O bize gelecekten haber veren bir peygamberimizdi” demişti. Yine Rus edebiyatını çok derinden etkileyen Lermontov bu dünyadan kendi isteğiyle ayrıldığında 27 yaşındaydı. Mayakovski, Vaptsarov, Çehov. Hepsi de kısacık ömürlerine çok uzun hayatlar sığdırdı. Hepsi de çok gençti. Ama sayılar nedir ki zaten? Hayat tam olarak sizin ona verdiğiniz değerdir. Ne kadar yaşadığınız değil nasıl yaşadığınız önemlidir. Sıradan bir hikâye gibi değil de, içine en coşkun anılarınızı, itirazlarınızı ve uğruna her şeyi göze alabileceğiniz hayallerinizi koyduğunuz bir roman gibi yaşamak. Derdim bu!

- Geçen yılki bir söyleşinizde annenizi ve babanızı anlatmıştınız ve onların bilgeliğinden bahsetmiştiniz. Ve bu bilgeliğin okumakla ilgisi yok. İnsan olarak, hayatı yaşarken o bilgeliğe nasıl ulaşılır sizce?

Dünyayı yenmek ya da ona gelip gelmek gibi fuzuli bir çaba yerine onun ayrılmaz bir parçası olduğumuzu fark ederek ve sorumluluklarımızı üstlenerek.





Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler