AİHM'de Yeni Dönem...

Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bazı devletlere karşı yapılan başvurular, mahkemenin baş edemeyeceği sayılara ulaşmış görünmektedir. Bu durumun ortaya çıkışında, mahkemenin biraz “cömertçe” hükmettiği ödencelerin (tazminatların) payı da yok değildir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), “Avrupa Konseyi” yapısı içinde yer alan bir kurumdur; dolayısıyla, Avrupa Konseyi’yle ilgili birkaç noktayı anımsamak, bu mahkemenin niteliğinin anlaşılmasına yardımcı olabilir. Adının da gösterdiği gibi Avrupa Konseyi, bir “Avrupa” kurumu olmak durumundadır. Ancak, “Avrupa” ve “Avrupalı” deyimlerinin anlamı ve kapsamı tartışmaya çok açık hale gelmiştir. Avrupa nerede başlar; nerede biter? Örneğin, Avusturya’nın cahil bir köylüsü mü; yoksa Mozart’ın yapıtlarını seslendiren bir Japon virtüöz mü “Avrupalı” sayılmalıdır?
Avrupa Konseyi’nin kurulduğu 1949 yılında, “kurucu”lar; ekonomik gelişmişlik düzeyi ve ortak kültür değerleri bakımından birbirine çok yakın 10 Batı Avrupa ve İskandinavya devletiydi. O zamandan günümüze uzanan 60 yılı aşkın dönemde, yeni üyelerin katılımıyla bu durum çok değişmiştir. (Türkiye, “kurucu” değildir; Yunanistan’la birlikte, kuruluşun hemen ardından 1949’da üyeliğe alınmıştır). Özellikle, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra oluşan yeni bağımsız devletlerin katılımı sonucunda bambaşka görünüm ortaya çıkmıştır. Rusya Federasyonu’nun da uzun tartışmalardan sonra, 1996 yılında üyeliğe alınmasıyla Avrupa Konseyi’nin coğrafi sınırları Büyük Okyanus kıyılarına kadar uzanmış; Avrupa Konseyi, Bering Boğazı yoluyla ABD’nin Alaska Eyaletine, komşu haline gelmiştir.
Bugün, sayısı 47’ye ulaşan Avrupa Konseyi üyesi devletler arasında, kültür ve yaşam düzeyi açılarından derin farklılıklar gözlemlenmektedir. Örneğin, kişi başına ulusal gelir Almanya, İsveç gibi ülkelerde 35-40 bin dolar iken Arnavutluk, Gürcistan gibi devletlerde 5-6 bin dolar kadardır.
Rusya’nın üyeliği
Doğu Avrupa ülkelerinin ve özellikle Rusya Federasyonu’nun üyeliği Avrupa Konseyi’nin “kimyası”nı bir ölçüde değiştirmiştir. Rusya Federasyonu, Sovyetler Birliği’nin ardılı olarak, BM Güvenlik Konseyi’nde “veto” yetkisi sahibi, nükleer bir askeri güç olması, geniş doğal zenginlikleri gibi nedenlerle Avrupa Konseyi içinde bir “süper devlet”tir. Rusya tek başına bütün öteki üye devletlerle ters düşmeyi göze alabilmektedir. AİHM’nin işleyişinde önemli bir reform girişimi olan AİHS’ye ek 14. Protokol’ün, 2004 yılında imzalanmış ve 46 üye devletçe onaylanmış olmasına karşın, Rusya’nın tek başına muhalefeti yüzünden yıllarca yürürlüğe girememesi, bunun örneğidir.
Onaylamamış tek devlet olan Rusya’nın da onayıyla 14. Protokol’ün 2006 yılı sonlarında yürürlüğe girmesi bekleniyordu. Ancak, Rusya parlamentosunun alt kanadı olan “Duma”nın, 20 Aralık 2006 günü yaptığı toplantıda, 14. Protokol’ün reddettiği haberi Strazburg’a kötü bir Noel armağanı gibi düştü! Bunun üzerine, 14. Protokol’ün görünür gelecekte yürürlüğe girmesinden umut kesilmiş; onun yerine “14bis Protokol” hazırlanmıştır. Böylece, yürürlüğe giremeyen 14. Protokol’ün öngördüğü “hızlandırıcı” hükümlerin, bunu kabul eden devletler bakımından uygulanmasını sağlamak amaçlanmıştır.
Ancak, üç buçuk yıl kadar önce “tatsız” bir sürprizle 14. Protokol’ün onaylanmasını reddeden Rusya Duması, bu kez “tatlı” bir sürpriz yapmış; 15 Ocak 2010 günü 14. Protokol’ü kabul etmiştir. Şimdi beklenen, Rusya’nın onay belgesini sunması ve 14. Protokol’ün resmen yürürlüğe girmesidir. Bu gerçekleşince, 1 Ekim 2009’dan beri yürürlükte olan 14bis Protokol’ün yürürlüğü sona ermiş olacaktır.
14. Protokol \t\tne getiriyor?
AİHM’nin, insan haklarının yargı yoluyla korunması alanında dünyanın en başarılı örneği olduğu kuşkusuzdur. Avrupa Konseyi’ne üye olan 47 devletin her biri aleyhine bu mahkemeye başvurulabilmektedir. Başvuranların uyrukluğu, gerçek ya da tüzelkişi oluşları önemli olmadığı gibi, “tüzelkişiliğin” bulunması bile zorunlu değildir.
Bu durum, AİHM’nin “popülerliğini” özellikle bazı ülkelerde arttırmıştır. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bazı devletlere karşı yapılan başvurular, mahkemenin baş edemeyeceği sayılara ulaşmış görünmektedir. Bu durumun ortaya çıkışında, mahkemenin biraz “cömertçe” hükmettiği ödencelerin (tazminatların) payı da yok değildir.
14. Protokol, AİHM’nin olağanüstü artış gösteren iş yükünün azaltılması amacıyla, çalışmayı hızlandırıcı çeşitli yenilikler öngörmektedir. Bunların en önemli iki tanesini kısaca açıklayalım:
Birincisi; başvuruların, dinlenebilirliğine (yerleşmiş yanlış çeviriye göre “kabul edilebilirliğine”) ya da “kayıttan düşülmesine” tek yargıç karar verebilecektir. Böylece, yargıçların daha verimli kullanması olanağı doğacaktır (Şimdiki işleyişte bu iş, üç yargıçtan oluşan “komite”lerce yapılmaktadır).
İkincisi; “dinlenebilirlik” ölçütleri değiştirilecektir: 14 Protokol’ün yürürlüğe girmesinden sonra; başvurucunun “önemli bir sakıncalı durumla” (zararla; “dezavantajla”) karşılaşmış olmaması durumunda, başvuru “dinlenmez” bulunacaktır. Bunun anlamı şudur: İnsan hakkı ihlali olasılığı görülse bile, konunun “önemsiz” sayılması, başvurunun reddini gerektirecektir. Bu, çok eleştirilen bir hükümdür. Gerçi metinde mahkemece bu yetkinin kullanılmasında “insan haklarına saygı” ilkesinin gözetileceği belirtilmiştir; ama amacın dava sayısını azaltmak olduğu da açık bir gerçektir. Bu, mahkemenin ulaşılabilirliğini kısıtlayacak ama saygınlığını gölgeleyecek bir durum gibi görünmektedir.
Sonuç: Ne yapılmalı?
AİHM yoluyla sağlanan korumanın “ikincil” nitelikte olduğu; yani, insan hakları alanındaki asıl korumanın üye devletlerin iç hukuklarında sağlanması gerektiği unutulmamalıdır. Bu koruma sağlanmadıkça, AİHM’nin iş yükünü azaltmak için, başvuruları daha kolay yoldan reddetmeyi amaçlayan zorlayıcı önlemler mahkemenin saygınlığı üzerinde olumsuz etki yaratacaktır. Kaldı ki, AİHM’nin daha etkin bir çalışma düzenine ulaşması için görüşler geliştirmek üzere oluşturulan 11 üyeli “Akil Kişiler Komitesi”ndeki üyeliğim sırasında edindiğim bilgiler, 14. Protokol’ün; başvuruları “caydırıcı” ve “sınırlayıcı” hükümlerinin pek de etkili olmayacağını ve kısa bir süre içinde yine “tıkanma” noktasına gelinebileceğini göstermiştir.
Kanımca, yapılması gereken şey, iç hukuk düzeyinde “zorunlu uzlaştırma” girişimi yolunu kabul etmektir. Akil Kişiler Komitesi’ne sunduğum ve ayrıntısını İngilizce ve Türkçe olarak yayımladığım (Digesta Turcica sayı 3; TBB Dergisi sayı 67) önerim özetle şudur: Her üye devlet, AİHM’ye başvuruda bulunacaklarla devlet arasında uzlaştırma görüşmeleri yapılması için ortam hazırlayacak bir “özerk” kurum belirler ya da kurar. Burada, Avrupa Konseyi’nce atanacak bir yetkilinin “gözlemci” olarak bulunabileceği görüşmeler yapılır ve davanın AİHM’ye başvurulmadan çözüme bağlanmasına çalışılır. Bu süreç, AİHM’ye başvuru hakkını ortadan kaldırmayacak; sadece bir süre (3-6 ay) ertelemiş olacaktır. Bu yol başarılı olursa konu “dostça çözüm”le kapanacak; başarı sağlanamazsa, ilgililer AİHM’ye başvuru hakkını kullanmakta serbest olacaklardır.

En Çok Okunan Haberler
-
İmamoğlu'ndan YÖK raporuna suç duyurusu!
-
‘Savunmasına katılmazsam namerdim’
-
Hukuksuzluk bitti, gazetecilik beraat etti
-
Özel'den TBMM Başkanı Kurtulmuş'a 'süreç' çağrısı
-
Bozdağ, AKP’li Osman Gökçek’i yalanladı!
-
Zorlu Holding'ten Cem Köksal'ın yerine 'eski' atama!
-
O şartı sağlayanların aylıkları artacak!
-
Bakan Ersoy’un eşinden ‘destek’ geldi!
-
Yılmaz Erdoğan'dan Bahçeli'ye 'teşekkür' telefonu
-
163 bıçak darbesiyle öldürdü, 'gülerek' savunma yaptı