AKP 12 Eylül'ü sorgulayamaz
Belirtelim ki 12 Eylül önceden bir izlenceye bağlanmış, bir takvime göre gerçekleştirilmiş, ayrı merkezden yöneltilen, özellikle ABD destekli bir darbedir.
Son günlerde “12 Eylül, Evren Yargılansın” sesleri yükselmeye başladı. AKP iktidarından bunu bekleyebilir, daha doğrusu isteyebilir miyiz? Bu sorunun yanıtını vermeden önce, bu darbenin topluma neler getirdiği, neler götürdüğü üzerinde durmak gerekiyor. Belirtelim ki 12 Eylül önceden bir izlenceye bağlanmış, bir takvime göre gerçekleştirilmiş, ayrı merkezden yöneltilen, özellikle ABD destekli bir darbedir.
Burada bir anımla başlamak istiyorum. Temmuz 1980’de demokrasiye bir balta indirileceğini sezen AÜ Senatosu, rektörün başkanlığında beş dekandan oluşan bir kurulu gereken kişilerle görüşmek üzere görevlendirdi. İki büyük partinin bir araya gelerek bir ortaklık oluşturmalarını, cumhurbaşkanını bir an önce seçmelerini öneren bir bildiriyi de kamuoyuna duyurdu. Bu kurulun bir üyesi de bendim. Görevimiz, başta başbakan olmak üzere cumhurbaşkanı vekilini ve öbür parti ileri gelenlerini ziyaret etmekti. Askerler, Meclis’in cumhurbaşkanını seçememiş olmasından rahatsızlık duyuyorlardı. Gerçekten, bu rahatsızlıklarını yılın ilk aylarında bir de muhtıra vererek politikacıları uyarmışlardı. Bir an önce cumhurbaşkanının seçilmesini istiyorlardı. Nitekim, sonradan bunu darbe yapmak için bahane edeceklerdi.
Milli Cephe
Siyasal yaşamımızda İkinci MC, (Milli Cephe) diye bilinen AP, MHP ve Milli Selamet Partisi’nden oluşan bir ortaklık hükümeti işbaşında idi. Senato başkanvekilini, Refah Partisi, CHP genel başkanlarını, TBMM başkanını ziyaret etmek, bunalımdan çıkmak, parlamenter demokrasiyi kurtarmak için iki büyük partinin, AP ile CHP’nin hükümet kurmaları ve uzlaşarak cumhurbaşkanını seçmelerini önermek oldu. Senato başkanı sanıyla Cumhurbaşkanlığı’na vekâlet eden İhsan Sabri Çağlayangil bizi uzun süre dinledi. Başbakan Demirel ile Ana Muhalefet Partisi Başkanı CHP önderi Ecevit’i bir araya getirmesini, onların uzlaşmalarını sağlayarak ufukta görünen darbeyi önlemelerini önerdik. Çağlayangil ertesi gün ikisini de yemeğe çağırarak görüşmelerini sağladıysa da olumlu bir sonuç alamadığı anlaşılıyordu.
Günün Başbakanı Demirel bizi bir akşamüstü makamında kabul etti. Görüş ve önerilerimizi dinledikten sonra, muhalefet partisinin askerlerin kimi isteklerine ilişkin konularda, örneğin sıkıyönetim, MSB ek bütçesi ve benzeri konularda yasaların çıkarılmasında destek vermesini yeterli görüyordu. Birlikte hükümet kurmalarının uygun olmadığı anlaşılıyordu. Aynı öneri ve görüşleri AP’li Senato başkan vekili ile CHP’li TBMM başkanına da ilettik.
‘Güvenlik güçlerini 12 Eylül’de darbe için kullanacaktı’
CHP Genel Başkanı Ecevit, başbakanla Meclis’teki odalarının yan yana olduğunu, özel kalemine randevu isteğini başbakana iletmesini rica ettiğini, fakat bu randevunun verilmediğini belirtiyordu.
Sonuçta bu çabalarımızdan umutsuz olarak döndük. Görevimizi yerine getirmiştik. Artık darbe için gün sayılması gerektiği kanısına varmıştık. Yeni atanan Ankara Sıkıyönetim komutanı, 9 Eylül 1980 günü Lozan Meydanı’ndaki orduevinde üniversite rektörlerini, fakülte dekanlarını toplayarak, artık güvenliği sağlamak için asker ve polis vermeyeceğini, her fakültenin kendi güvenliğini kendisinin sağlaması gerektiğini duyurdu. Üniversite yöneticilerinden bazıları bunu sağlamakta güçlük çekeceklerini açıkladılarsa da komutan kararlıydı. Bizden esirgediği güvenlik güçlerini 12 Eylül’de darbe için kullanacaktı.
Fakülte kurulu, kimlik yoklaması, koridor ve sınıflarda gözlemci olarak tüm akademik personelin nöbetleşe gözlemci olarak görevlendirilmesini kararlaştırdı.
Onların özverili çabalarıyla kendi güvenliğimizi sağlamaya çalıştık. Bu, bir bakıma da olumlu bir durum yarattı. Böylece, önyargılı, militanca davranan güvenlik görevlilerinin yarattığı gerginlik, yanlılık bir ölçüde giderilmiş oldu.
12 Eylül sabahı tüm anarşik olaylar birdenbire kesilmişti. Sağ-sol çatışmasında da eylemler durmuştu. Bu da gösteriyordu ki, tüm bu eylemler aynı merkezden yönlendiriliyor, eğitim ve donanım sağlanıyordu. Amerikan elçisinin “Bizim çocuklar işi başardılar” iletisi bunun arkasında kimlerin olduğunu gösteriyordu.
12 Eylül darbecileri, hem kan akmasını önlemek hem de tıkanan demokrasinin önünü açmak için yaptıklarını kamuoyuna duyurdular. Hemen belirteyim ki bu iki amaçtan hiçbirinin gerçekleşmediği bir gerçektir. Bugün geldiğimiz üzücü durum 12 Eylül’ün bir sonucudur. Şöyle ki:
■ Demokrasinin önü açılmamış, yalnızca Milli Güvenlik Kurulu’nun onayladığı partilerin, adayların seçilmesi sonucu doğmuştur.
■ Siyasal partiler kapatılmış, yöneticileri Zincirbozan’da gözaltında tutulmuş, kimi siyaset yasakları getirilmiştir.
■ Bütün bu işlemlerde yargılama yoluna gidilmemiş, değiştirdikleri Sıkıyönetim Yasası uyarınca kararlaştırılmıştır.
■ İşkence sistematik duruma getirilmiştir. İşkenceden ölenlerin 60’ı geçtiğine ilişkin iddialar karşısında, zamanın başbakan yardımcısı olan bir hukuk profesörü, ölü sayısı 59 değil, yalnızca 16’dır diye itirafta bulunmuştur. Oysa bir tek kişi bile işkenceden ölmüş olsa bile bu bir insanlık suçudur.
■ Siyasal süreçlere yabancılaştırma, (depolitizasyon) topluma egemen kılınmıştır.
■ Korku ve baskı yoluyla aydınlar, gazeteciler, yazarlar susturuldular, gençler işkenceden geçirildiler, hapislerde çürütüldüler.
■ Sakıncalı gördükleri öğretim üyelerini, kamu görevlilerini 1402 Sayılı Yasa’ya göre sorgusuz sorusuz, sorgulamasız, yargılamasız işinden gücünden ettiler.
■ YÖK diye gerçekte üniversite, çağdaş ve özerk üniversite YOK edildi.
■ Evren’in üniversite öğretim üyelerini küçük düşürücü, aşağılayıcı sözlerini unutmuyoruz. Evren kürsüden bayrağı göstererek “Para vermezsen üniversite hocası şurasını tutup kaldırmaz” diyerek hakaret etmiştir. Buna karşı tek tepki A Ü Hukuk Fakültesinden Prof. Dr. Yaşar Karayalçın’dan yazılı olarak gelmişti.
■ İstanbul Üniversitesi’nce hukuku çiğneyen Evren’e “Fahri Hukuk Profesörü” sanı verilmiş, YÖK Başkanı Doğramacı, törende ayağa kalkıp alkışlayarak, öğretim üyelerinin alkışlamasını sağlamış, bir tür amigoluk yapmıştı.
■ Hemen her konuşmasında Kuran’dan ayetler, sureler okuyan Evren, anayasaya zorunlu din derslerini koydurmuştu.
■ Atatürk’ün birer dernek yapısında kurduğu Türk Dil ve Tarih Kurumları, anayasa ve yasayla kapatılarak birer resmi devlet dairesine dönüştürülmüş, ayrıca Atatürk’ün vasiyetiyle bu kurumlara bağışladığı paralar ve bu kurumların malvarlıkları da gasp edilerek yeni kurulan bu dairelere verilmiştir. Böylece, Atatürk’ü ağzından düşürmeyen bu darbeciler O’nun ölüme bağlı olarak yaptığı bağışlara el koyarak O’nun bu istencini, vasiyetini yasayla da olsa değiştirerek eşi görülmemiş bir hukuksuzluk örneğini vermişlerdir (Dil Derneği’nin eski üyeler adına açtığı dava her nedense sonuçlanamamıştır).
En Çok Okunan Haberler
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Emekliye iyi haber yok!
- Devrim Muhafızları'ndan Suriye çıkışı
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Seküler müdür kalmadı'
- 'Kayyuma değil, halka bütçe'
- Üniversite öğrencisi, trafikte öldürüldü
- Ankaralı Turgut hayatını kaybetti!
- İkinci elde 'Suriyeli' hareketliliği