Bir Rüya, Bir kâbus...

Bir Rüya, Bir kâbus...
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 19.12.2011 - 07:17

Soran öğrencilerime, “rüya”ları görüyor, hatırlıyor, anlamaya ve doğru yorumlamaya çalışıyoruz ama çok da iyi bilemediğimizi söylerim. Geçmiş çağlarda, ruhun bedenden ayrılıp bilinmezler diyarında dolaşması ya da yabancı bir gücün uyuyan kişinin ruhuna oynadığı şeytani bir oyun gibi de yorumlanmış. Ruh kavramına analitik bir model arayan Freud ve yandaşlarına göre rüya; “bilinçaltı”nın, toplum / töre “süperego” baskısından kurtularak “ben” dediğimiz “ego”ya gönderdiği arzu ve korku yüklü iletilerdir. Freud, rüyadan önceki günlerin ve deneyimlerin önceliğini vurgularken meslektaşı Carl Jung, evrimin ilk çağlarına uzanan ortak anıların izlerinden söz eder. (Steinbeck, Adem’den Önce.)

Bu konuda aklıma gelen ilk örnek, Dr. Abdullah Cevdet’in İçtihat dergisinde yayımladığı “rüya”sıdır. Yazar rüyasında üç beş yıl sonra kurulacak çağdaş ve laik bir Cumhuriyetin özerk kurumlarını ve özgür insanlarını anlatır. Rüya, içtihat aramayan çağdışı kalmış bir toplumda devrimci bir atılıma duyulan özlemin örtülü senaryosudur. Türkçü Ahmet Ağaoğlu’na karşı Osmanlı münevveri Süleyman Nazif’i savunan ‘Şair-i Azam’ Abdülhak Hamit’in aynı dergide yayımlanan şu dizeleri, sanırım, İkinci Meşrutiyet’e egemen olan dünya görüşünü yansıtmaktadır:

“Hemen anlar halkımız / Milliyette Diyanet olduğunu /

Siyaset olduğunu Şeriatta / Hilafetteki İslam Birliğini.”


Yazar Ömer Seyfeddin, “Rüya ile kâbusun farkını bilirim” dermiş. Gerçi yazılacak lise aradığım, son sınıfı yeniden okuduğum, geçtiğim sınavların kapısında kaygıyla beklediğim, yurtdışında parasız pulsuz, pasaportsuz kaldığım, uçaklar kaçırdığım sıkıntılı rüyaları hâlâ görürüm ama onları kâbus saymıyorum. Kâbusun ne tür bir rüya olduğunu yeni öğrendim.

Kesin değil ama galiba Ankara’dayım. Ülkü arkadaşlarım otoyoldan erken bir saatte kuzey (Karadeniz) kıyılarındaki Ümit Köy’e gitmişler, beni bekliyorlar. Onlara katılmak üzere yola çıkıyorum. Yol ve yön sorduğum bir baba ile kızı aynı köye gidiyormuş, beni araçlarına alıyorlar. Sarp bir dağın eteğinde yol bitiyor, yaya yolculuğumuz başlıyor. Yer yer tırmandığımız kayalık engeller, açılıp kapanan viyadükler, sallanan asma köprüler... Umudumuz gün batmadan Ümit Köy’e varmak. Arada derme çatma kondularda mola veriyoruz. Ümit Köy’ün dağın arka yamacında olduğunu, oraya varsak bile dönüşümüzün zor olacağını söylüyorlar. Yol arkadaşlarım beni terk etmiyor. Birbirimizi tutup kalkarak, çekip destekleyerek zirvede aydınlığa çıkıyoruz. Ufukta deniz görünüyor ama yolun daha yarısı. Jules Verne’in Dünyanın Merkezine Seyahat’i şimdi başlıyor. Yüksek duvarlar, yıkık merdivenler, derin vadiler, rüzgârdan sallanan asma köprüler. Karanlık tünellerde gözleri parlayan yaratıklar. Birden telaşlı, uğultulu bir panayırın ortasında buluyoruz kendimizi. Yükselen konutlar ve döner vinçlerin ardındaki denizi göremiyorum. Baget başlıklı birisi, deniz gören ve büyük bir camiye bakan kuledeki lüks bir konutu pazarlamaya çalışıyor. Evet deyin kredi kartınız yeter; Ümit Kent’te bir konut almadan Ümit Köy’e varamazsınız, diyor. Yol arkadaşlarınız çoktan döndü. Sizi getiren araba da gitti. Bütün bunları nereden, nasıl bildiği sorusu aklımı kurcalarken...

Güneşin batışını, suların karardığını izliyor ve kan ter içinde uyanıyorum.

Ortalık aydınlık. Ülkü arkadaşlarımı bulamadım ama odamda güvendeyim. Ooh, dünya varmış, ne rüya, diyeceğim ama sesim, soluğum çıkmıyor. Yorulmuşum. Derleyip toplamaya çalışıyorum. Kâbusa dönüşen rüyamı yazmalıyım. Dr. Abdullah Cevdet’in hayali gerçekleşti, benim kâbusum gerçek olmasa, diyorum.

www.bozkurtguvenc.info


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler