Bir Soderbergh entrikası
Amerikalı sinemacı Soderbergh’in Netflix’te gösterime giren son filmi ‘High Flying Bird’ profesyonel basketbol dünyasında geçen ve meseleye içeriden bakan bir drama.
Steven Soderbergh iPhone’u sevmiş görünüyor. Bir önceki filmi “Unsane”i de iPhone ile çeken usta sinemacı son filmi “High Flying Bird”ü de yine bir iPhone ile çekti. “Unsane”de 70’li yılların ucuz korku filmlerinin (“Texas Chainsaw Massacre”, “I Spit On Your Grave” vb) havasını yakalamak için grenli ve loş görüntüler çeken ve filmin geçtiği akıl hastanesinin klostrofobik atmosferine de çok iyi oturan iPhone tam anlamıyla doğru bir tercihti ama bu kez insan sormadan edemiyor doğrusu: Her türlü bütçeyi rahatlıkla bulabilecek bir yönetmen neden minicik bir aygıtta ısrar eder? Soderbergh de bu sorunun farkında ve yanıtı da hazır: Hız, rahatlık ve değişiklik. Gerçekten de kullanması çok rahat olan bir iPhone ile tüm bunlara çok kolaylıkla ulaşıyor Soderbergh. Normal bir kamerayla ve olmazsa olmaz bir dolly sistemiyle çok zahmetli olabilecek planları inanılmaz bir hızla ve insanı (ya da işinin ehli bir yönetmeni) mest edecek kolaylıkla çözebilmiş Soderbergh, sadece bir iPhone ile. Üstelik elini korkak da alıştırmamış ve kamerayı olmadık açılara yerleştirerek ve montajda da türlü oyunlar deneyerek filme gerçekten değişik bir gramer katmayı başarmış.
“High Flying Bird” profesyonel basketbol dünyasında geçiyor, her ne kadar içinde hiç basketbol olmasa da. Yok, zira lokavt var, yani lig tatil ve tüm NBA oyuncuları boşta geziyor. Bir yandan pazarlıklar sürüyor ama ne takım patronları ne de Oyuncular Birliği Nuh diyor peygamber demiyor. Filmin merkezindeyse tüm bu unsurlardan birileri yer alıyor (Oyuncular Birliği’nin bir temsilcisi, patronları temsilen bir hukukçu, iki çaylak basketbolcu ve bir oyuncu menajeri). Ama tüm kurgu özellikle oyuncu menajeri Ray’in üzerine kurulu. Ve onun yeniden oyunu başlatmak için planladığı karmaşık entrikanın...
Tam bu noktada, neredeyse “Ocean’s Eleven”dan bu yana (hatta belki “Out of Sight”tan bu yana) Soderbegh’in sık sık entrika kurgusunu kullandığını fark ediyoruz. Soygun filmlerinde özellikle maharetle kullandığı bu entrika yöntemini ve bazı şeyleri izleyiciden de gizleyerek aslında en başından beri planlanan bir oyunun finalde açığa çıkması taktiğini burada da kullanmış ve işin doğrusu işe de yaramış. Aslına bakarsanız son soygun filmi “Şanslı Logan”ı saymazsak Ocean serisi iyiden iyiye sıkmaya başlamıştı ve aynı hikâyenin farklı versiyonlarını izlemekten gına gelmişti. Bu yüzden bu kez benzer bir hikâye örgüsünü çok farklı bir bağlamda ele alması hem onun adına hem de bizler adına çok daha hayırlı olmuş. Üstelik NBA gibi gitgide profesyonelleşen ve oyuncular adına bir nevi kast sistemine dönüşmeye başlayan, reklam endüstrisinin de fena halde yakın markaja aldığı bir sistemi deşmesi (burada Hollywood gibi benzer bir sistemle analoji kurmak sonuna kadar serbest) ve “oyunun üzerine yeni bir oyun icat ettiler” cümlesini kurarak ve köleliğe sık sık atıf yaparak kendi bakış açısını özetlemesi de ayrıca güzel olmuş bana sorarsanız. Netflix ile çalışmayı tercih etmesini hiç konuşmuyorum bile.
Soderbergh ve Netflix
Ama konuşalım isterseniz. Soderbergh “Sex, Lies and Videotape”den beri hemen her şeyi yaptı herhalde. Bağımsız filmler, aksiyonlar, romantik komediler, sosyal mesaj içeren dramalar, büyük bütçeli gişe filmleri, biyografiler, belgeseller, TV dizileri... Süper kahraman filmi hariç hemen her şey. 2005 yılında aynı anda hem salonlarda, hem kablolu TV’de gösterime giren ve aynı gün DVD olarak da satışa sürülen “Bubble” ile bundan yıllar önce sıradışı bir öngörüyle hareket eden bir sinemacının Netflix ve benzerlerinin getirdiği yeniliği fark etmemesi düşünülemezdi elbette. Tabii bu konuda hâlâ ateşli tartışmalar yaşanıyor ve tıpkı filmde de dediği gibi birileri belki de oyunun üzerine yeni bir oyun icat ediyor ama bu en nihayetinde kapitalizmin bir alışkanlığı ve nasıl NBA’de oyuncular gerçekten kendi liglerinin sahibi olamıyorlarsa (keşke olsalar) sinemacılar da bu sistemin gerçek sahipleri olamayacaklar. Soderbergh’in Netflix’i tercih etmesinin asıl sebebi ise, kendisinin de bazı söyleşilerinde açıkladığı gibi, salonlarda fazla izleyici çekmeyecek filmlerinin Netflix’te doğru izleyiciyle buluşacağına inanması. Yüksek kaliteli bir ekranda izlendiği müddetçe muhtemelen salondaki kadar iyi bir etki sağlayacak (hatta bizdeki salonlardan belki çok daha iyi) olan Netflix, dikkat ederseniz sadece onun değil Coen Biraderler’in ve Alfonso Cuaron’un da tercihi. Bu işin nereye gittiğini görmek çok zor değil. Öte yandan Yılmaz Erdoğan’ın ani ve önceden alındığı anlaşılan bir kararla (bir Soderbergh entrikası adeta) henüz iki hafta önce vizyona çıkan filmini Netflix’te gösterime sokması da tartışmanın bizim memleketimizi ilgilendiren bir başka boyutu. Bu pilav da çok su kaldıracak muhtemelen.
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Yeni Ortadoğu projesi eşbaşkanı
- Esad'a ikinci darbe
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- ‘Yumurtacı müdire’ soruşturması
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- 6 asker şehit olmuştu
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- ‘Toprak bütünlüğü’ masalı ve Suriye: İmkânsız bir ülke