Çağdaş Uygarlık Tek ve Avrupa Kökenli, Ama Dönüşmesi Gerek!

Geleceğin uygarlık temeli, Avrupa uygarlığının taşıdığı tarihi potansiyeldir. Bu, Avrupa’nın 18. yüzyıldan bu yana dünyaya egemen olmasının doğal sonucudur.

Çağdaş Uygarlık Tek ve Avrupa Kökenli, Ama Dönüşmesi Gerek!
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 03.05.2013 - 06:03

Tarihte uzun ve başka ülkelere göre kendi içinde bütünleşmiş ve bugüne uzanmış dört uygarlık alanı var: Bunların üçü coğrafyanın saptadığı, kendi içinde dönüşen (transformation karşılığı kullanılan sözcük) ve özgün kalan Çin, Hint ve Avrupa kültür alanlarıdır. Biri coğrafi bütünlüğü ve maddi kültür homojenliği söz konusu olmayan ve diğerlerinden 1000 yıl sonra ortaya çıkan dini nitelikli İslam uygarlığıdır.

Coğrafya temelli ilk iki kültür ve uygarlık alanı Çin ve Hindistan’dır. Çin’i Orta Asya’dan çöller ayırır. Kuzeye açıktır fakat istila ile doğası değişmeyecek kadar büyük ve kalabalıktır. Hindistan’ı Asya’dan Himalaya’lar ayırır. Orada da bütün istilalara direnmiş bir insan yoğunluğu ve büyük coğrafi boyutlar var. Üçüncü coğrafi uygarlık Avrupa’dadır. Denizlerle çevrili fakat Doğu’ya açık bir torbadır. Bu da onu yaşaması güç, fakat en dinamik insan topluluğu yapmıştır.

Kendi içinde bütünleşmiş, coğrafi bölgelerde Nil, Dicle-Fırat, Indus vadileri gibi çok eski, ve Orta Amerika Aztekleri gibi daha yeni özgün kültür alanları da vardı. Onların kültürel verileri kendilerinden sonra gelen çağ kültürleri içinde erimiştir. Çin, Hint ve İslam ortaçağ yapılarını koruyarak, 19. yüzyılda Avrupa’nın sömürgesi olmuşlardır.

Günümüz Batı uygarlığı yaşamın insancıl yapısını zorlayan, özellikle silah ve şiddet içeren, pek çok olumsuzluk içeriyor. Ne var ki bu insanlık için ortak bir ‘Güçlülük Sendromu’dur. İlk evrensel güçler Avrupa ve Amerika olduğu için, bu zorbalık onların yakın tarihini süslüyor. Emperyalizm, kapitalizm, ulusçuluk, dincilik, ırkçılık gibi akımlar Avrupa’da gelişti. Batının kendi hegemonyasını sürdürmek amacıyla geliştirdiği bir çok eğri düşünceden dünyayı temizlemek gerekiyor.

UMUT IŞIĞI YAKILMALI

Fakat bütün olumsuz birikimlere ve dünyanın içine düştüğü kargaşaya karşın, bir umut ışığının yakılması gerekir. Bir tümel insanlık perspektifi içinde bütün kültür ve uygarlık alanlarının yarattıkları değerleri değerlendirmek ve Batı uygarlığının ulaştığı fiziksel koşullarla bütünleşmek gerekir. Bu ne kadar zor görünürse görünsün, günümüzde insanlığın bilim, hukuk, sanat, felsefe ve teknoloji olarak paylaştığı bütün kavramların kaynağının Avrupa olduğunu yadsımak olanağı yok.

Avrupa’nın bütünlüğü tarihinin bazı özelliklerinden kaynaklanıyor. 18. yüzyıldan sonra dünya egemenliğini bilim ve teknolojik üstünlükleri sayesinde elinde tutan Avrupalıların ortak bir geçmişleri var. İ.S. ikinci yüzyılda bütün Akdeniz çevresine Roma İmparatorluğu egemen. Akdeniz kıyılarından İskoçya’ya, Ren kıyılarına, Atlantik’ten Viyana ve Karadeniz kıyılarına uzanan bir Roma Avrupa’sı var. Roma eski Yunan uygarlığını da özümsemişti. Erken Ortaçağda ‘Charlemagne’ İmparatorluğu Kuzey İspanya’dan, Baltık kıyılarından, Bulgaristan’a kadar uzanıyordu. Fakat bunlardan daha etkili olarak, Roma imparatorluk yapısı üzerinde gelişen Hıristiyan kilisesi Avrupa’nın değişik kökenli insanlarını bütünleştirici temel kurum oldu. Bizans Kilisesi ayrı olsa bile sonuçta Hıristiyan inancına ortaktı ve Doğu Roma geleneğini sürdürmeye devam ediyordu. 6.yüzyılda Justinianos, Roma imparatoru olarak İtalya’da, hatta Kuzey Afrika’da hak iddia ediyordu. Grek dili de antik düşüncenin sürekliliğini bir ölçüde sağlıyordu.

İKİ DIŞ ETKEN

Erken ortaçağdan bu yana Avrupa’yı bütünleşmeye zorlayan iki dış öğeden daha söz etmek gerekir: 7. yüzyıl başından bu yana İspanya’da ve daha sonra Sicilya’da, Müslüman Arap ve Berberler Avrupa’yı güneyden sıkıştırıyorlardı. Doğu Avrupa’da ise 6. yüzyıldan bu yana Türk göçerler egemendi. Ruslar güneye inmeden önce Karadeniz’in kuzey kıyılarında Türkçe konuşan göçerler yaşıyordu. Attila’nın Fransa’ya kadar gelen göçer koalisyonunun başında, pek çok Batılı Hun tarihi uzmanına göre, olasılıkla Türkler de vardı.

Avarlar, Bulgarlar, Hazarlar, Peçenekler, Kumanlar, Cengiz ordularından Altınordu’ya kalan Türkler, Tatarlar ve en sonunda Osmanlı İmparatorluğu, Doğu Avrupa ve Güney Avrasya bozkırlarının 18.yüzyıla kadar egemen insan grubu idiler. Yani Avrupa ve Avrasya tarihi, güney bozkırının ve Balkanların Türkçe dilli göçerleri olmadan yazılamıyor. Selçuklular İran ve Anadolu’yu fethederken, Kumanlar da Kuzey Karadeniz kıyılarının katıksız egemenleri idiler.

Müslümanlarla Türkler arasında Avrupa tarihi, iki çekiçle dövülen bir örse benzer. Fakat bu onları bütünlüğünü sağlamlaştırmıştır. Bunu hatırlamak bizim için bir övünme nedeni değil. Sadece bir tarihi varlık saptamasıdır. Bu süreçte Türkler Avrupa uygarlığına bir katkıda bulunmadılar. Pagan ya da Müslüman olarak Avrupalılar için bir tehdit oluşturdular. Barbar ve düşman olarak algılandılar. Günümüzde bunu Avrupa ve Amerika’da Türklerin yaygın bir Avrupa ve Hıristiyan karşıtlığı simgesi olduğunu unutmak, kendini aldatmaktır.

AVRUPA UYGARLIĞI NEDEN GÜÇLÜ?

Çünkü Avrupa kültürü dünyayı bir bütün olarak öğrenme gerekliliğini duyan ve bunu yapan tek kültürdür. Dünyayı keşfedenler ve coğrafyasını yazanlar Avrupalılardır. Çin’in, Hint’in, İslam’ın ve bütün dünya ülkelerinin coğrafyalarının tarihlerinin, arkeoloji ve antropolojilerinin araştırmacıları önce batılıdır. Çağdaş bilim, teknoloji, felsefe, sanat ve musikinin sınırlarını da onlar tanımlıyor. Dünya bu duruma direnmiyor.

Türkiye’de her şeyi ithal ediyoruz. Bilim ve teknolojide, sosyal bilimlerde öğretim programları ve teknolojiyi yeniden yaratamazsınız. Yoksa dünyadan dışlanırsınız. Üniversitelerin dilini İngilizce yapmaya kimse bizi zorlamıyor. Ama acınacak bir moda. Tümel bir kopyacılığa yönlendirilmiş bu toplumda, musiki ve sanat alanında Çinliler ya da Japonlar gibi davranamamasının acısını da herhalde bir gün çekeceğiz.

Yeniçağa kadar özgünlüğünü koruyan kültür ve uygarlık alanları vardı. Müslümanlar da bunun içinde. Fakat Müslümanlar bir yandan her bilgiyi ithal ediyorlar. Öte yandan kendi ortaçağını bile yenileyememiş bir kültür ortamında yaşamağa çalışıyorlar. Batılılar bizi incelemiş ve bize tarihimizi de öğretmişler. Türkiye’de İslam tarihini Avrupalılardan daha iyi inceleyen kimse yok. İslam ve Osmanlı tarihinin bibliyografyası, bu durumu açıklamak için yeterlidir.

Bu durumun uzun yüzyıllar süren Avrupa hegemonyasının, emperyalizminin, sömürgeciliğinin ve kapitalizminin bu sonucu olduğu söylenebilir. Ancak önce bilgilendiler. Sonra egemen oldular. Bilgisiz egemenlik, Osmanlı ile bitti. Biz her alanda Avrupalı ve Amerikalıların müşterisi olmak zorunda kaldık. Bunun yerine bir şey koyacak birilerini yetiştirmiyoruz. Hiçbir ülkenin yeniden uygarlık yaratma şansı yok. Tarih ve coğrafyanın kültür ve uygarlıkları izole ettiği koşullar yok oldu. Gelişme sürecinin ivmesi çok arttı. Tek gerçekleşebilir program ve umut, Avrupa uygarlığının, arındırılarak, daha insancıl amaçlara doğru gelişmesidir.

ŞİRKET AVUKATLARI DAHA ETKİLİ

Bu bağlamda düşünülünce, ulusal sınırlar içinde politik tartışmaların içeriğinin gelecek için anlamsız kavramlara dönüşmüş olduğu söylenebilir. Dünyanın cahil toplumları sadece yaşadıkları günlerle ilgilendikleri için, otuz ya da elli yıl sonra başlarına gelecek felaketlerden söz ederek politika yapma olanağı yoktur. Kaldı ki başarının zenginlikle orantılı olduğunu yineleyen kapitalist yalana bütün dünya insanları inanmış görünüyor. Ama fakirlik ve kavgadan da kurtulamıyorlar.

Çağımız dünya tarihinin en bunalımlı dönemlerinden biridir. Belki de geleceği en karanlık olanı. Eğer insanlar kendilerine acıyacak kadar bilinçlenirlerse bu bunalımı atlatmanın yollarını arayacaklardır.

Henüz düşünürler ve bilim adamları şirket avukatları kadar etkili değil. Günlük tartışmaların boşluğu bu karanlık gelecek perspektifinden kaynaklanıyor.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler