Eski Kültürden Kopuldu mu?

Eski Kültürden Kopuldu mu?
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 02.08.2013 - 06:12

Yapılması gereken, eskiyi özlemek ya da yalnızca bir dili, bir etnisiteyi (Türk ya da Kürt gibi) yüceltmek değil, bugün siyasal sınırlarımızın kapsadığı tüm bölgeler ile tarihsel geçmişimizin kapsadığı tüm zamanları bizim kültürümüze ait sayarak, bütüncül ve barışçıl bir kültürel zenginliği araştırmak, geleceğe taşımak olmalıdır.

Birileri son yıllarda eski bir sakızı yeniden çiğnemeye başladı. Söylenen aşağı yukarı şu:

“Cumhuriyet, eski kültürümüzle bağımızı kopardı.” Cumhuriyet sözcüğü yerine kimi zaman Dil Devrimi, kimi zaman Latin Abece’si de kullanılıyor.
Osmanlı’nın on beşinci yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar olan dönemi, Türkçemizin Fars ve Arap dilleri altında epeyce değiştirildiği, Anadolu’nun ve Anadolu kültürünün ise Osmanlı tarafından görmezden gelindiği bir dönemdir.
1440’ta Almanya’da icat edilen matbaa, çok geçmeden Osmanlı ülkesine gelmiştir ama matbaa işletme izni Osmanlı’nın Türk ve Müslüman vatandaşına 1726 yılına kadar verilmemiştir. Türk ve Müslüman olmayanlara da dini kitaplar dışında kitap basma izni verilmiştir. Bu yasak, el bezemeleriyle ve yüksek parasal değeri nedeniyle bir sanat yapıtı da olan el yazması Kuran’ın nesne olarak da kutsallaşmasını sağlarken Kuran metninin Gutenberg’in hemen bastığı İncil kadar hızla yayılamamasına da neden olmuştur.
On yedinci yüzyılda İngiltere’den gönderilen on binlerce matbaa basımı Kuran’ın denize döktürüldüğü söylenir. Matbaanın Osmanlı’da bu denli gecikmesinin nedenlerinden biri dinsel kitap yazan ve süsleyen el yazmacılarının aç kalacağı korkusu ise; ikincisi, tüm bilimsel ve teknolojik icatların bir biçimde etkilediği gibi, matbaa nedeniyle de dinin sarsılabileceği ve sosyal, siyasal ilişkilerin değişebileceği korkusudur.
Matbaanın Avrupa’da icat edildiği 1440’tan Osmanlı’ya geldiği 1726’ya kadar Avrupa’da bir buçuk milyon farklı kitap, bir buçuk milyar adede yakın miktarda basılmış ve dağılmıştır. Hatta Voltaire, İstanbul’da bir yılda yazılanların, Paris’te bir günde yazılandan az olduğunu iddia etmiştir.
1729’dan 1874 yılına kadar 145 yıl içinde Osmanlıca basılan kitap sayısı üçbin civarındadır. 1729’dan Latin abece’sinin kabul edildiği 1928’e kadar iki yüzyıl içinde basılan kitap sayısı ise yalnızca otuz bin kadardır. Oysa 20. yüzyıla gelinceye dek Avrupa’da basılan kitap sayısı on milyonun üzerindedir.
“Eski kültürümüz” denilen kültürün kitaplarının sayısını gösteren bilgiye küçük bir araştırmayla erişilebilir. Bu kitapların çoğu resmi, bir bölümü dinsel, bir bölümü edebi, kalan da devletin resmi ideolojine göre biçimlenmiş “güya bilimsel”dir. Çünkü matbaa çok uzun yıllar çeşitli yasaklar, denetimler yüzünden serbestçe çalışamamıştır.
Tabii, bu arada okuma yazma oranına da bir göz atmak gerekir. 1927 yılında yapılan nüfus sayımında ülkemizde yedi yaş üzerindeki erkeklerin yalnızca yüzde 17.4’ü, kadınların ise yüzde 4.6’sı okur yazardır. Ortalama yüzde 10.5’tir. Bu oran, abece’nin değişiminden sonra ilk 20 yıl içinde yüzde 33.6’ya yükselmiştir. Yani sözü edilen “eski kültürümüz” ün toplumunun 30,000 kitabı, yüzde 10 da, kul olan okuru vardır. Aslında, halkını yedi yüz yıl boyunca cahil bırakmış bir imparatorluğun, halkıyla kültürel ilişkisi de pek yoktur.
Kaldı ki, Latin abece’sine geçiş, Cumhuriyet döneminde gerçekleşmesine karşın bu düşünce çok daha önce 1860 yıllarında başlamıştır. Dönemin aydın eğitimcileri, eğitimin geri kalmışlığının nedeninin Arap temeline dayalı Osmanlı abece’si olduğunu, bunun Türk diline uymadığını, değiştirilmesi gerektiğini vurgulamışlardır. Yani konu, “aydın bilimcilerle” “tutucu ilimcilerin” eski bir tartışmasıdır. Temelinde toplumun değişime uğrayacağı korkusu bulunmaktadır.
Türkler, Arap abc’sini Müslüman olmaya başladıktan sonra parça parça kabul etmişlerdir. O zamana kadar kullandıkları, Uygur abece’siydi. Daha sonra, Arap ve Fars kültürlerinin etkisi altında kalarak üç dilden oluşan tamamen yapay Osmanlıcayı yarattılar. Bu dil, resmi bir dildi ve Anadolu’da yaşayan toplumların günlük dilleri değildi. Etnik topluluklar kendi dillerini, Anadolu Türkleri de Karacaoğlan’ın, Pir Sultan Abdal’ın dilini konuşuyorlardı.
O zaman, Cumhuriyet, eski kültürümüzle bağımızı kopardı yargısında bulananlara şunu sormak gerekir: Bizim kültürümüzde yalnızca Osmanlı mı vardır, yoksa Türk boylarının ve geldiğimizde Anadolu’da karıştığımız eski halkların kültürleri de var mıdır? Kültürümüzü Sünni Osmanlı kültürüyle sınırlamak bilimsel değil, olsa olsa bir ideolojik bakıştır.
Kültür, hangi dille konuştuğumuzla da ilişkilidir, çünkü konuştuğumuz dille düşünürüz. İnançlara bağlı olmadan düşünebilme düşüncesi, 19. yüzyıla gelinceye kadar tüm dünyada yok denecek kadar azdı. Cumhuriyet bize kendi dilimizle, kendi duygumuzla düşünmeyi kazandırmıştır. Gelecekte, birden çok dille konuşan, düşünen, eylemde bulunan insanların artacağı dünyamızda kültür sorununun, bugün öngöremeyeceğimiz başka parametrelerle ele alınacağı da bir kehanet olmasa gerektir.
Eski kültürümüzle bağımız, Cumhuriyet sayesinde iddia edildiği gibi kopmamış, daha sağlam kurulmuştur. Çünkü Cumhuriyet, bize Osmanlı’dan daha çok okuryazar, daha çok kitap, eskiye daha çok merak ve geleceğe daha çok umut sağlamıştır. Evet, Cumhuriyet de o günün koşulları çerçevesinde bir ulus yaratma hedefi nedeniyle Anadolu etnik kültürlerini Osmanlı gibi görmezden gelmiştir ama Türk kültürünü yok olmaktan kurtarmış, türkülerin, masalların derlenmesine, Türklerin kendi kültürünün farkına varmasına olanak sağlamıştır.
Bundan sonra yapılması gereken, eskiyi özlemek ya da yalnızca bir dili, bir etnisiteyi (Türk ya da Kürt gibi) yüceltmek değil, bugün siyasal sınırlarımızın kapsadığı tüm bölgeler ile tarihsel geçmişimizin kapsadığı tüm zamanları bizim kültürümüze ait sayarak, bütüncül ve barışçıl bir kültürel zenginliği araştırmak, geleceğe taşımak olmalıdır.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler