''Nasra Kadın Sergisi'' İstanbul'da

Basma sanatının yaşayan son sanatçılarından Nasra Şimmes, Koleksiyon'un 40. yılı dolayısıyla düzenlenen paneller ve sergiler kapsamında İstanbullu hayranlarıyla buluştu.

''Nasra Kadın Sergisi'' İstanbul'da
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 06.03.2012 - 11:53

Tarabya'daki Koleksiyon Galeri'de düzenlenen programda konuşan Şimmes, amacının babasından öğrendiği basma sanatını yaşatmak olduğunu ifade ederek, eserlerinin büyük bir kısmının hayal gücüyle ürettiği figürlerden oluşturduğunu dile getirdi.

Azizlerin, şehitlerin hikayeleriyle büyüdüğünü belirten Şimmes, ''Azizlerin hayatları, şehitlerin hayatları, Tevrat ve İncil'de geçen hikayeler benim için daha çok ilham kaynağı oluyor'' dedi.

Şimmes, yaptığı bütün çalışmaların kendine göre bir anlamı ve anlatım şekli olduğunu işaret ederek, ''Bana bunu babam öğretmedi. Ben kendisine bakarak öğrendim. Ben de torunlarımın öğrenmesi için gerekeni yaptım. Benden sonra devam ettirirlerse çok iyi olur. Çünkü ben Türk topraklarında bu sanatın uzun yıllar yaşamasını istiyorum'' diye konuştu.

Söyleşinin ardından düzenlenen ''Kadın ve Sanat Paneli''nde moderatörlük yapan Koleksiyon Yönetim Kurulu Başkanı Faruk Malhan, Nasra Şimmes'in hiçbir eğitim almadan bu noktaya gelen bir sanatkar olduğunu söyledi.

Modern sanatın yarısının sonsuza kadar kalıcı ve ebedi olduğunu ifade eden Malhan, ''Ancak diğer yarısı ise coğrafyaya, tarihe, kişiye bağlıdır. Biz Nasra Kadın'ın işlerinde bunu gördük. Bu kadar güzel cevherleri barındıran ülkemizde kim bilir daha neler neler var? Kadınlar Günü dolayısıyla böyle bir değeri buraya getirmek ve panel yapmak arzusuyla sizleri buraya kadar çağırdık. Ayrıca bu yıl Koleksiyon'un 40'ıncı yılı. 40'ıncı yılımızı toplumsal içeriği zengin ve belki de kenarda bekleyen değerlere dokunarak geçirmek istedik'' dedi.

''Kadınlar erkek egemen toplumda çok büyük sorunlar yaşamış''

Panelde konuşan Okan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Görsel Sanatlar Bölüm Başkanı Prof. Dr. Hüsamettin Koçan, kadına iki temel özellik getirildiğini ifade ederek, ''Batılılar için kadının en son sakınacağı yer cinsel uzvudur. Biraz daha İslam toplumlarında, Doğu toplumlarında ise 'Kara çarşaf'tır. Burada iki tane perdeden söz edebiliriz. Her ikisinin arkasında da feodalitenin beslediği erkek egemen toplumun şekillendirmeleri söz konusudur'' dedi.

Geri dönüp bakıldığında anaerkil toplumlarda kadının rolünün çok daha farklı olduğunu ifade eden Koçan, şunları kaydetti:

''Benim anlayabildiğim kadarıyla kadınlar erkek egemen toplumda çok büyük sorunlar yaşamışlar. Bu sorunları hangi aşamadan bakarsanız bakın çok yakından görüyorsunuz. Bu rol biraz daha feodalitenin üst katına tırmanmıştır. Kadına genel olarak baktığımızda sadece onlardan oluşmuyor. Kadın köyde üreten, iş güç yapan insanlardan, toplum için iş yapan kimse olarak görülüyor.''

Prof. Dr. Koçan, kadın ve sanat ilişkisinde 1800'lü yılların son çeyreğinde bir hareketlilik görüldüğünü ifade ederek, orada da sosyalist düşünce açısından kadın hareketinin biraz daha beslendiğini ve kadına bir imkan sunulması gerekildiğinin belirtildiğini söyledi.

Kadına bir işlev verilmesi için gerekli olan önlemlerin alınması anlamında bir akademi kurulduğunu dile getiren Koçan, kadının eğitilerek yaşam içinde belli bir role taşınmaya çalışıldığını ifade etti.

Koçan, o dönemde kadının kendini meşrulaştırma sürecinin de başladığını dile getirerek, 1870'li yıllardan günümüze doğru gelen bir kadın sesinin yükseldiğini de çok daha yakından görme imkanının doğduğunu vurguladı.

''Bu aynı zamanda Türkiye'ye de denk düşen bir tarihtir'' diyen Koçan, Doğu toplumu açısından kadın rolünün daha öne çıktığını kaydetti.

-Kadın ve sanat ilişkisi-

Panelde konuşan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü Batı Sanatı ve Çağdaş Sanatlar Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Zeynep İnankur da sanatta kadını 3 ana başlıkta ele alacağını belirterek, ''Bunlar ana tanrıça olarak kadın, sanat tanrısı olarak kadın ve sanatçı ve model olarak kadın başlıklarıdır. Ana tanrıça inancı ataerkil toplumlardan önce yaygın olup, başlangıcı Avrupa'nın değişik yörelerinde bulunan 'Venüs' figürlerinden dolayı eski taş dönemine kadar ulaşıyor'' dedi.

İnankur, ana tanrıçayı temsil ettiği söylenen tarihteki en eski kadın figürünün ''Willendorf Venüsü'' olduğunu dile getirerek, şöyle devam etti:

''1908 yılında arkeolog Josef Szombathy tarafından bulunan heykelcik Avusturya'da Willendorf kenti yakınında bulunmuştur. Bu heykelcik o yörede bulunmayan bir kireç taşından yapılmıştır. Dolayısıyla bunun avcılarla birlikte başka bir yerden getirildiği düşünülüyor. 'Willendorf Venüsü', yerel görüşe göre ana tanrıçayı temsil ediyor. Bunun aksi görüşler de var. Bunlar birer bereket simgesidir. Dolayısıyla burada belirli bir kadın değil, kadının cinsiyeti ön plandadır.''

Venüs'ün klasik dönemin seksüel, aşk ve güzellik tanrıçası olduğunu ifade eden İnankur, ''Yunanlıların 'Afrodit' dediği bu tanrıçanın heykelleri 4. yüzyıldan itibaren Akdeniz bölgesinde görülmeye başlanıyor'' dedi.

Prof. Dr. İnankur, gerek klasik dönem, gerekse rönesans dönemi Venüs'ünün fizikselliğinin ve cinselliğinin biraz çekingenlikle ele alındığını dile getirerek, şunları kaydetti:
''Bronz çağının son bulduğu ve klasik Yunan'ın ortaya çıktığı dönem arasında Doğu Akdeniz havzası arasındaki kültürlerde kadınların rolü büyük ölçüde değişiyor. İsa'dan önce büyük ölçüde 1200 ve 900 arasındaki bu dönemde Doğu Akdeniz ya da Ege'deki esas yerel nüfus, ilk Avrupalı topluluklar tarafından işgal ediliyor ve bunlar beraberinde bir ataerkil sosyal yapıyı etkiliyor. Buna rağmen ana tanrıça figürü sanatta etkisini farklı bir şekilde sürdürecek ve Hristiyanlıkta da bunun yerini 'Meryem Ana' figürü alacaktır.''

Daha yakın tarihe gelindiğinde kadının model ve sanatçı olarak görüldüğü dönemde 4 kadından bahsedeceğini belirten İnankur, bu kadınların aykırı kadınlar olduğunu dile getirdi.
''Erkek egemen bir dünyada belirlenen bir geleneksek kurallara şu ya da bu şekilde karşı koymuştur bunlar'' diyen İnankur, hepsinin de son derece güçlü olduğunu ve adlarının bugüne kadar ulaştığını söyledi.

Panelin ardından Nasra Şimmes'in sergisi açıldı. Düzenlenen programa birçok davetli katıldı.

Nasra Şimmes kimdir?

Mardin'de 1924 yılında doğan Nasra Şimmes, bir asrı devirmek üzere olan ömrünü aileden miras aldığı basmacılık işine kendisini adadı. Sanatçının, doğduğundan beri hiç terk etmediği Mardin'deki taş ev, hem atölyesi, hem de yaşam alanı oldu.

Sanatçı, 5 çocuğunun İsveç, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Mardin ve İstanbul'da yaşamasına rağmen Mardin'den başka bir yerde yaşamak istemiyor. Sanatçıya göre Mardin, basma sanatı gibi medeniyetleri buluşturuyor. Süryani olan sanatçı, hiç okula gitmediği gibi Türkçe de bilmiyor.

Şimmes, babasından kalma ahşap kalıplarla, 50 yıldır hiç değiştirmediği fırçalar ve kök boyalarla patiska bezlere motifler çizip, boyuyor. Sanatçı, İncil'den tasvirlerle süslü rengarenk soyut desenler, kilise perdesi, masa örtüsü, duvar süsü olarak basmacılığı bir Süryani geleneği olarak yaşatmaya çalışıyor.

Büyük boydaki boyamalar için bazen aylarca çalışan sanatçının eserleri, Ortadoğu'da, Avrupa'da ve Amerika'da birçok Süryani kilisesini süslüyor. Sanatçının dünyanın farklı coğrafyalarına dağılmış eserleri, sanatseverler için Koleksiyon Galeri'de 6 Nisan'a kadar sergilenecek.
 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler