Ne için yaşıyoruz?
İnsan hayatını ne olursa olsun korumak için Hipokrat yemini etmiş bir hekim olarak, çok tehlikeli bir girizgâh olduğunu söyleyebilirim.
Alper Hasanoğlu, Cumhuriyet Cumartesi eki için yazdı.
Albert Camus ‘absürd’ü anlattığı ünlü eseri ‘Sisyphos Mitosu’ adlı kitabına şöyle başlar: “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır: intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.” İnsan hayatını ne olursa olsun korumak için Hipokrat yemini etmiş bir hekim olarak, çok tehlikeli bir girizgâh olduğunu söyleyebilirim. Ama devam edeceğim, çünkü bir intihar güzellemesi değil, aksine bir hayat savunusu yapmak istiyorum sizlere. İnsan hayatı savunusu…
Hekimliğimi bir kenara bırakırsak da tehlikeli buluyorum bu giriş cümlesini, çünkü yaşam içindeki olasılıklarımızı ikiye indiriyor ve bu olasılıklardan biri de ölüm. Hayatı anlamlı bulmazsak kendimizi öldürmekten başka bir çözüm bırakmıyor bize Camus bu giriş cümlesiyle. Bence en iyi romanı olan ‘Yabancı’da hayat ve ölüm arasındaki ince sınırın absürdlüğünü göstermek için, mahkemede romanın kahramanı Meursault’ya o adamı neden öldürdüğü sorulduğunda, güneşin çok parlak olduğunu ve gözünü aldığını söyletir Camus. Bir anlamda haklıdır. Dünyada oluşumuz tamamen tesadüf eseridir elbette, dünyaya atılmışızdır Alman filozof Martin Heidegger’in ince ince düşünerek dikkatle seçtiği kelimeyi kullanırsak ve dünyada oluyor olmamızla olmamamız arasında zerre kadar fark yoktur anlam açısından. Rus yazar Anton Çehov, hayatın anlamı sorulduğunda kendisine, “Havucun anlamı nedir? Havucun anlamı neyse hayatın da anlamı odur,” diye yanıt vermiştir. Bir havuç da anlamlıdır elbette yeri geldiğinde, özellikle de içindeki vitamine ihtiyaç duyuyorsak. Yine hayat çıkıyor karşımıza dikkat ederseniz.
Camus bu tehlikeli başlangıçtan kendisi de korkmuş olmalı ki, kitabın son cümlesi şöyledir: “Sisyphos’u mutlu bir insan olarak da tahayyül edebiliriz.” Sisyphos elbette mutlu değildir koca bir taşı koca bir dağın tepesine taşıyıp durmaktan ama ona mutsuz da diyemeyiz. Çünkü yeniden ve yeniden başladığına göre yaptığı bu zahmetli işe, bir umudu vardır mutlaka ve bir anlam yüklemiştir o taşı kan ter içinde o tepeye tekrar tekrar çıkarmaya.
Çizen: Özge Ekmekçioğlu.
Her ne kadar bu eylem tanrılar tarafından verilmiş bir ceza da olsa, Zeus’u kandırabilecek kadar zeki olan Sisyphos’un bu cezadan kurtulmak için hiçbir şey yapmamış olması, onun bu duruma bir anlam yüklediğini gösterir. Homeros da bu cezanın neden verildiği kısmıyla pek ilgilenmez, yalnızca Sisyphos’un acı çekerek tekrar tekrar taşı tepeye taşımaya çalıştığını anlatır. Ama zaten Yunan mitolojisinde tanrılar insanları cezalandırıp dururlar. Yaratılışın başlangıcında insana verdikleri cezaların en büyüğü, onun acı çekerek çalışmak ve sonra türlü türlü acılar çekerek ölmek zorunda olmasıdır. Bu açıdan baktığımızda, Sisyphos’a verilen ceza ‘yaşama’ cezasıdır bir bakıma.
Günümüzde Sisyphos’un eylemi, nafile bir uğraş için kullanılan gündelik bir deyime dönüşmüş de olsa, Camus’nün yaptığı yorumu akılda tutmakta fayda var. Kitabın sondan bir önceki cümle şöyledir: “Dağın doruğuyla girişilen savaş insanın yüreğini tatmin edecek kapasitede bir uğraştır.” Sisyphos kendisine verilen ‘yaşama cezası’ndan bir anlam çıkarmayı başarmış mitolojik bir kahramandır. Bu anlamda Camus, acılı ve zorlu bir uğraş yoluyla da olsa hayata bir anlam yüklemiş ve kitabın en başında sorduğu tehlikeli soruyu, ölümü değil hayatı seçerek yanıtlamıştır.
Sisyphos mitosunun, ‘condicio humana’, yani insan olmanın koşulları, insanın doğası olarak okunması gerekliliğine vurgudur Camus’nün bu yorumu. Alman yazar Günter Kunert 1992’de yazdığı ‘Sisyphos’tan Yenilikler’ adlı kitabında, Sisyphos’un sonunda taşı en tepeye kadar götürebildiğini ve taşın yuvarlanmadan tepede kaldığını anlatır. Ama Sisyphos bu zaferden çok kısa bir süre sonra taşı şöyle bir dürter ve aşağı yuvarlar. Çünkü eylem sona erdiğinde ortaya çıkan boşluk duygusuna katlanamamıştır.
Bu mitolojik hikâyeyi neden mi anlattım? Psikoterapinin kendisini tıbbın bir dalı olarak doğa bilimlerinin içinde konumlandırması, terapisti ve danışanını hastalıklı geçmişine ve var olan eksiklere odaklanmaya zorlar. Oysa psikoterapi – psikiyatri değil psikoterapi – bir doğa bilimi değil, bir tin bilimidir (Geisteswissenschaft). Odağında bir bütün olarak insan, ‘Dasein’ olarak insan denen varlık vardır. Yapıp ettiklerimizi ‘neden’ yaptığımız sorusu kadar, ‘ne için var olduğumuz’, ‘ne için yaşıyor olduğumuz’ sorusu da terapinin odağında olmalıdır. Bu anlam sorusu / sorunu da sadece geçmişe odaklanmanın indirgemeciliğinden çıkıp bugüne ve özellikle geleceğe ışık tutmaya çalışmayı, psikoterapinin bir tin bilimi olarak insanı anlamasına olanak tanımayı, yani psikoterapiyi bir felsefe yapma biçimi olarak daha geniş bir perspektifte düşünmeyi gerektirmektedir. I. Kant, “Felsefe bir ilâç gibi etki etmelidir,” der ama ben naçizane, büyük bir dikkatle, “Bir felsefe yapma biçimi olarak psikoterapi insana bir ilâç gibi etki eder,” diye değiştirmek isterim bu cümleyi.
Bunu yapabilmenin yolu da psikoterapi eğitimine bir metot olarak felsefe yapmanın ve ayrıca belli felsefelerin entegre edilmesinden geçer. Buna da ‘klinik felsefe’ dememizde bir sakınca yoktur.
En Çok Okunan Haberler
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Emekliye iyi haber yok!
- Devrim Muhafızları'ndan Suriye çıkışı
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Seküler müdür kalmadı'
- 'Kayyuma değil, halka bütçe'
- Üniversite öğrencisi, trafikte öldürüldü
- Ankaralı Turgut hayatını kaybetti!
- İkinci elde 'Suriyeli' hareketliliği