Ötekileştiren zihniyet muhafazakarlık/ 4

Kaos GL sözcüsü Remzi Altunpolat, muhafazakârlığın seküler hayata taarruz ettiği, onun alanını daralttığı bir dönemden geçtiğimizi belirtiyor.

Ötekileştiren zihniyet muhafazakarlık/ 4
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 01.09.2012 - 08:57

“Öteki” olmak sadece milli ya da dini farklılıklarla sınırlı değil, cinsel farklılıklar da muhafazakâr politikaların hedefinde. Zaten “eşcinselliği hastalık, translığı sapkınlık” olarak gören bir toplumsal algının yoğun olduğu bir ülkede, politikalarla da iyice derinleştiriliyor bu düşmanlık. Sonuç, sadece cinsel kimliklerine sahip çıktıkları için öldürülen onlarca insan. Üstelik sesleri bile duyulmuyor. Muhafazakâr politikaların cinsel kimlikler üzerindeki etkisini Kaos GL sözcüsü Remzi Altunpolat anlatıyor...

- Cinsel kimlikleri farklı olanlar muhafazakârlaşmanın en önde gelen hedefleri. Sizce muhafazakârlaşma artıyor mu?

Türk sağının asli bileşenlerinden biri olan muhafazakârlık, çok partili hayata geçişten bu yana Türkiye siyasetinde etkili olmuş eklektik bir fikriyat. Ancak bugünü farklı kılan şey; AKP iktidarı ile muhafazakârlığın doğrudan yönetim pratikleriyle desteklenen, toplumun bütününü kuşatıcı egemen ideoloji haline gelmesi. Hatta birinci cumhuriyetin sona erdiğini, AKP’nin bir “Osmanlı Cumhuriyeti” inşa etmeye çalıştığını kabul edersek, bu yeni rejimin resmi ideolojisi muhafazakârlık. Bu anlamda giderek daha fazla dinsel olana atıfla tanımlanan muhafazakârlığın seküler hayata taarruz ettiği, onun alanını daralttığı bir dönemden geçiyoruz. Bunun endişeli modern olmakla alakası yok.

İtaat, tevekkül: Otoriterleşme

Emekçi ve ezilen kesimleri sarıp sarmalayan muhafazakâr ideoloji itaat ve tevekkül üreten bir kültürün yaygınlık kazanmasına sebep oluyor. Bu durum, aynı zamanda muazzam bir otoriterleşmeyi de beraberinde getiriyor. AKP’nin ilk yıllarında dolaşıma soktuğu, ama artık pek ihtiyacı kalmamış olacak ki şimdi tedavülden kalkan muhafazakâr demokrasi kavramının nasıl bir oksimoron olduğunu açığa çıkarıyor.

- Zaten artık “muhafazakâr demokrasi”den bile söz edilmiyor. Şimdi ustalık dönemindeyiz ve bu dönem tek bir ağızdan çıkan emirlerin uygulandığı faşizan yüzü bize daha çok gösterdi...

Muhafazakârlık reel politikaya dair söz üretirken akli bir temellendirmeye ihtiyaç duyar, faşizmin ise böyle bir aklileştirmeye ihtiyacı yoktur. Muhafazakârlık ile faşizan otoriteryenlik arasındaki salınımda Başbakan’ın söylemlerinin geniş kitleleri etkilememesi ve onlar nezdinde rıza üretilmemesi mümkün değil. Mesela, Başbakan’ın kürtaj çıkışının fiilen pek çok kadının yasal bile olsa kürtaj yaptırmaktan çekinmesine, hastanelerin kürtaj yapmayı kolayca kabule yanaşmamasına yol açacağı açık. Böylelikle yasal olarak mevcut bulunsa bile fiilen kürtajın önüne geçilecek.

Farklı cinsel kimliklere yer yok

- Muhafazakârlaşma LGBT bireylere de yaşam alanı bırakmıyor. Nelerle karşılaşılıyor mesela?


“İlahi olarak belirlenmiş, değişmeyen insan doğası” kavramına inanan muhafazakâr akıl; cinsiyeti özcü bir biçimde kodlayarak, kadın-erkek ve çocuklar arasında asimetriye dayalı heteroseksüel aileyi toplumun temeline koyar. Heteroseksüelliğin “normal” ve “yegâne” var oluş kabul edildiği bu anlam dünyasında, heteroseksüalite dışındaki cinsel kimliklere yer yoktur. Eşcinsellik, biseksüellik, transseksüellik gibi cinsel kimlikler, fıtrata aykırı, toplumsal düzenin temellerini sarsan, milli bünyeye yabancı ve adeta kesilip atılması gereken birer “ur” gibi görülürler.

Zira heteroseksüalite dışındaki cinsel kimlikler muhafazakâr ahlaka, verili sistemin ilanihaye devam etmesine kaynak teşkil edecek aile kurumuna güçlü bir itiraz olma noktasında devrimci bir işlev görür. Bugün Türkiye’de daha önce görmezden gelinen yahut yok sayılan eşcinsel, biseksüel ve transseksüel kimlikler; LGBT hareketinin yıllara dayanan kararlı mücadelesiyle artık inkâr edilemeyecek bir realite haline geldi. Türkiye’nin muhafazakârlaşması bağlamında bu durumun daha önce bu hususta pek kelam etmeyen muhafazakâr cenahta tepki doğurması kaçınılmazdı, nitekim öyle de oldu.

Geçen yıllarda Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan Selma Aliye Kavaf’ın eşcinselliği hastalık olarak gördüğünü ifade etmesi vesilesiyle gündeme gelen eşcinselliğin günah mı hastalık mı olduğuna dair tartışmalar, Kavaf’a destek amacıyla pek çok muhafazakâr-İslamcı örgütün bir araya gelerek basın açıklaması yapması, TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun eşcinsel haklarını tanımalarının mümkün olmadığına dair açıklamaları, yeni anayasayı kaleme alan alt komisyon çalışmalarında özellikle AKP’li üyelerin sert direnişi “Yeni Muhafazakâr Türkiye”de LGBT’lere yer verilmek istenmediğini açıkça gösteriyor.

Nefret söylemi

Bundan cesaret alan daha radikal İslamcı çevreler, örneğin Saadet Partisi ile organik bağları bulunan Anadolu Gençlik Derneği, “Zina Yeniden Suç Sayılsın, Eşcinsellik Ahlaksızlıktır” kampanyasını başlatabiliyor; Akit gazetesi hemen her gün gazetecilik etiği bir yana asgari insani değerleri bile göz ardı ederek eşcinsellere yönelik nefret söylemi üretiyor.

Pierre Loti Tepesi’nin adının değiştirilmesini isteyen AKP’li milletvekili makul bir gerekçe bulamayınca, yazarın eşcinsel olduğu bahanesine sarılıyor. Devlet kurumları da boş durmuyor tabii. 12 Eylül 2010 referandumu sonrasında yeniden şekillendirilen Yargıtay yakında verdiği bir kararla anal ilişkiyi doğal olmayan cinsel ilişki biçimi sayarak eşcinselliği fiilen suç haline getirecek yolların kilometre taşlarını döşüyor.


Dilek Zaptçıoğlu’na göre süreç, bizi etnik ve mezhepsel çatışmalara götürebilir

‘Görünür bir dindarlaşma var’


‘’Tartışma katı laikçi, ateistliğini ve kaba materyalistliğini herkese dayatan totaliter bir ruh ve katı dogmatik ve şekilci bir (dindardan çok) “dinci” toplum mühendisliği arasında sıkıştı.

Bu yıl içinde yayınladığı, dindarlık olgusuna da genişçe değinen, “Yeterince Otantik Değilsiniz Padişahım” adlı son derece önemli kitabında örtünme olgusu dahil muhafazakârlaşmaya ilişkin çarpıcı belirlemeler yapan gazeteci Dilek Zaptçıoğlu‘na göre, Türkiye’de görünür bir “dindarlaşma” var.

- Muhafazakârlık olarak adlandırılan süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de görünür bir “dindarlaşma” olduğu açık. AKP hükümetinin, devlet olanaklarıyla beslediği ve desteklediği bir sürecin ortasındayız. İmam hatip ortaokullarının da çoğaltılmasıyla yeni kuşaklar bu gelişmenin hem hedefi, hem de daha güçlü taşıyıcıları olacaklardır. Sürecin maddi altyapısını ise Anadolu kökenli dindar işadamları ve onların yalnız İslam ülkeleriyle değil, Batılı sermayeyle de girdiği yoğun ve başarılı işbirliği sağlıyor. Burada bazı temel sorular öne çıkıyor: Dini ne kadar derinleştirip çağa ne ölçüde uyarlayabiliyoruz? İnsanlığın geldiği düzeyden ne ölçüde kopabiliriz?

Bizi yönetenlerin şöyle bir hayali mi var: “Çöküş içindeki Batı’yı da biz ıslah edeceğiz.” Yani, büyük, global bir meydan okuma, bir medeniyet değişiminin taşıyıcısı olmak. Bunun için önce erişebildiğimiz sınırlarda, kendi ülkemizde, giderek diğer Müslüman ülkelerde yeni ve farklı bir paradigma etrafında, kendini anti Batı, antimodern, antilaik olarak tanımlayan bir medeniyet mi hedefleyeceğiz? Bir İslam birliği mi? Hayal bu ise, uzun bir “İslamileşme projesi”nin başlangıcındayız. Bu süreç elbette planlandığı gibi gitmeyecek, “korkulan” yanlarını hayat törpüleyecek, fakat elbette karşımıza muhalefete tahammülsüz bir toplum mühendisliği olarak çıkacaktır. Zaten çıkıyor. Ben bu alanda, toplumdaki sentezlere ve çözümlere daha çok güvenen, çünkü halkın daha içinde olan bir AKP ile toplumdan daha kopuk, kendini daha onun üzerinde gören elitist tasarımlar arasında da fark olduğunu sanıyorum.

- Süregelen tartışmaları nasıl ele alıyorsunuz peki?

Tartışma katı laikçi, ateistliğini ve kaba materyalistliğini herkese dayatan totaliter bir ruh ve katı dogmatik ve şekilci bir (dindardan çok) “dinci” toplum mühendisliği arasında sıkıştı. Oysa demokrat, liberal, özgürlükçü bir medeniyet anlayışı, bu iki totalitarizmi de aşarak bizi dünyayla bütünleştirecektir. O zaman gerçekten Batı toplumlarında kültürel olarak ters giden yönlere örnek olabiliriz, ama onlardan çok şey de kendimiz öğrenerek. İslam dini yasakçı, yaptırımcı, azarlayıcı değil; tersine kucaklayıcı, anlayışlı ve geliştirici bir ruh taşır. Bu bizim mirasımızdır. Türkiye, genç nüfusunu mutlaka daha iyi eğitmek zorunda. Bu, insani hallerin ve soruların yok sayılmasıyla olmaz. Bugün Müslüman kültürde böyle bir kibir, bize çok zarar verir. Bir Fransız, Alman, Amerikalı lise öğrencisi okulunu bitirirken Filistin sorunundan Çin tarihine kadar bilgi sahibi oluyor; Eflatun’un devlet kuramını tartışacak, Yunan şiirini değerlendirecek, belli başlı sanat akımlarını birbiriyle karşılaştıracak düzeyde yetişiyor. Biz gençlere matematik, fizik ve kimya öğretip, yanı sıra belli dogmatik doğruları ezberletmekle yetinirsek, bu gençleri dünyayla karşılaşmaya hazırlayamayız. Oysa bugün ülkenin en ihtiyacı olan şey “çağdaş uygarlığa yetişmek”tir.

- Bunun için ne yapılmalı peki sizce?

Bu sadece taklitle olmaz, olmadı. Modernleşmek “çıktığı kabuğu küçümsemek” olamaz. Müslümanlığımızdan utanmamak, Selçuklulardan beri kendi Doğu-Batı sentezlerimizi yarattığımızın bilincinde olmak, kendi kültürümüze güvenmek ve dünyaya açık, merak eden, öğrenen, iyi değerlerini muhafaza eden, yanlışlarını düzeltmeye çalışan bir toplum olmak: Böyle bir büyük düşe ihtiyacımız var. Herkes kendine, “Ben bunun için ne yapıyorum” diye sorarsa sürekli devletten şikâyetten de vazgeçebiliriz. Muhafazakârlık ve inanç, liberal demokrat bir kültürde yaşar. Ama totaliter ruh bizi kimseye açıklayamayacağımız bir yalnızlığa sürükler. Yanımıza başka Müslüman ülkeleri almak, bizi o büyük yalnızlıktan kurtarmaz.

Anti Batı bir “İslam birliği” projesi kaçınılmaz olarak çatışmaların ve güç politikalarının içine girecektir. Mezhep kavgası ve etnik çatışmalar, böyle bir tasarımın hiç istemediği ama kurtulamadığı gelişmeler olabilir.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler