Türbanla Avrupa'ya...
Bu kadar kalabalık ve belki de İslamcı bir parti tarafından yönetilen Türkiye’ye serbest dolaşım hakkı verilmese bile AB üyesi ülkelerin çoğunun bunu içine sindirip kabul etmesinin olanaksızlığı yazarın temel düşüncelerinden birini oluşturuyor.Prof. Bessam Tibi’nin ilk baskısı 2005 ve ikinci baskısı 2007 yılında (Mit dem Kopftuch nach Europa) “Türbanla Avrupa’ya” adı ile yayımlanan kitabı Türkiye’nin Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) kuruluşundan sonra Amerika’nın AB’ye yoğun baskısı ile nasıl entsekülarize edildiğini analiz etmektedir. Prof. Tibi, 1944 Suriye, Şam doğumlu olup ünlü filozof ve uluslararası ilişkiler hocalarından olan Max Horkheimer’in öğrencisidir. Kendisi de onun gibi aynı konularda ABD ve AB’de değişik üniversitelerde dersler vermekte olup halen Götingen Üniversitesi’nde bulunmaktadır. Prof. Tibi defalarca Türkiye’ye gelmiş ve bazı seminerlere katılmıştır. Yayımladığı çok sayıda makale ve kitaplarda uluslararası ilişkiler ve tolerans, mültikültürel ilişkiler ve özellikle İslam ile Batı kültürünün karşılıklı etkileşimlerini analiz eder. Son yayımladığı yukarda ismini başlık olarak kullandığım kitabında Mustafa Kemal’in Türkiye’yi modernize ederek ve laisizmi temel doktrin yaparak Avrupa yolunu nasıl açtığını değişik bölümlerde belirtmektedir. Kitabın birçok bölümlerinde ılımlı İslamın demokrasi ile ilişkisinin ne olabileceği, türbanın geleneksel Anadolu kültüründen farkı ve gene türbanın politik İslamdaki yeri ve şeriat ile ilişkisi analiz edilmektedir. Atatürk’ün önderliğinde tüm diğer İslam ülkelerinden çok farklı, Batı’ya yönelik modernizasyonu uzun süredir kendine hedef edinmiş laik Türkiye’nin kırk yıl AB’ye girmek için verdiği mücadeleye rağmen belirli bir yol alamamıştır. Buna karşın politik İslamist bir parti olarak belirtilen AKP’nin pozitif bir yaklaşım görmesi adeta paradoksal bir durum gibi görülebilir.
‘Avrupa’nın sonu olur’
Yazar, kitabının birinci bölümünde AKP tarafından idare edilen Türkiye’nin AB’ye girmesinin olanaksız olduğunu örnekler vererek açıklamaya çalışmaktadır. Academie Française onur üyesi olan Giscard d’Estaing Türkiye’nin asla AB’ye giremeyeceğini hatta daha ileri giderek şayet girerse bunun Avrupa’nın sonu olacağını aldığı Kari ödülü töreninde belirtmişti. Bu dönemde Chirac ve Sarkozy de benzer ifadeler kullanmışlardır. O dönemde Amerika, AB’nin önde gelen ülkelerine Türkiye’nin AB’ye alınması için yoğun baskı uygulamaktaydı. Almanya’da ise Hıristiyan Demokratlar başta olmak üzere AB’nin bir Hıristiyan kulübü olduğu yönünde beyanlar devam ediyordu. Buna karşın Kanzler Schröder 2004 yılında Anıtkabir ziyaretinin ardından AKP yönetimine Almanya’nın desteğini açıkça belirtmişti. Ama aynı Kanzler, 2002 yılında giderek politik İslama yönelen bir ülkenin sonu belli olmayan bir köktendincilik ile asla giremeyeceğini söyledi ve ayrıca Almanya’da yaşayan Türklerin entegrasyon sorununu örnek olarak gösterdi. Kitabın ana konusu ise politik türbandır. Yazar doğum yeri olan ve 18 yaşına kadar yaşadığı Şam’dan bahsederken kendi annesinin inançlı bir kadın olduğunu ve onun da türban taktığını ama politika ile hiçbir ilgisinin olmadığını anlatır. Annesi sayesinde öğrendiği İslamın, tevazu, şefkat ve diğer insanlara sevgi ve saygıyı öğrettiğini belirtir.
İslam üniforması
Böyle bir hayat hikâyesine rağmen kendisinde neden bir türban karşıtlığının geliştiğini kitabın 3’üncü bölümünde ayrıntılı olarak anlatır. O zamanlar tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Suriye’de köylerden gelen kadınların şehirde yaşayanlara göre geleneksel bir başörtüsü taktıklarını ama sonraları adeta bir üniformaya benzeyen türban ile uzun manto giyen kadınların İslam üniforması dediği giyim tarzı ile tanışmasını anlatır. Almanya’ya ilk gelen kuşakların Anadolu tarzı geleneksel başörtüsü taktıklarını, İslami bir giyim tarzının sonraları geliştiğini ve bu gelişmenin 70’li yılların sonunda 80’li yıllarda tamamlandığını yazmaktadır.
Avrupalıların anlamadığı ama bilmeleri gereken şeyin türbanın masum bir örtü olmadığı, şeriatın önerdiği bir giyim tarzı olduğudur (sayfa 11l). Dinsel yaşam serbestliği adı altında şeriata müsaade edilirse, şeriatın diğer şartlarının da yerine getirilmesi gerekir. Bu şartların bazıları kamçılama, el kesme veya taşlayarak öldürmedir. Kuran’da bunlar belirtilmekte olmasına rağmen türbandan söz edilmemektedir. Avrupa’nın medeniyet kimliğinde kilisenin politika ile ilgisi artık yoktur. Hiçbir ülkede din adamları devlet yönetmemektedir. Avrupa’nın tamamına yakın ülkeleri seküler bir idare tarzında yönetilir. Türban ile en çok uğraşan ülke Fransa’dır. Türkiye gibi katı laik bir düzeni olan Fransa’da okullarda türbanın İslami bir simge olması nedeni ile yasaklanması Chirac döneminde kurulan 20 kişilik uzman komisyon tarafından önerilmişti. Fransa’da adeta laiklik (laicite) mi yoksa şeriat mı tartışması bile yaşanmıştı. Kitapta laikliğin Avrupa medeniyetinin temel kuralı olduğu ve Fransız revolüsyonunun ana direği olduğu belirtilir. Bu nedenle “Code de la laicite” adı altında çıkarılan yasa ile 2004 yılından sonra okullarda herhangi bir dini simge taşınması, sadece İslami değil diğer dinler için de yasaklanmıştır.
Şeriat düzeni isteniyor
Türkiye’de türban son zamanlarda tartışmaların merkezinde en başta gelmektedir. Bu durum sanki modern bir dönem gibi görülmekte, bir gelenekmiş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Yetersiz sosyal bilgi sahibi bazıları “Re-tradisyonizm”den bahsetmektedir. Türkiye’nin iç politikasına dönen türban tartışması AKP tarafından ısrarla devam ettirilmekte ve adeta öze yönelik bir etnisite olayı olmak üzeredir. Avrupa solcu grupları türbanı savunurken türbanın neyi simgelediğini Avrupa’dakilerden çok daha iyi bilen Türkiye’deki solcular bunun tam aksini savunurlar. Türban takmak nihayet öyle bir durum aldı ki adeta İslamcılar ve laikçiler gibi bir ayrışım gelişti. Türkiye’ye ibadet serbestliği adı altında sinsi bir şeriat düzeni getirilmek istenmektedir. Entsekülarize olmuş Türkiye AB için daha cazip bir hale gelir mi?
Bu sorunun cevabını Prof. Tibi hayır olarak veriyor ve AB’nin nihai sonuçta laisitenin (laiklik veya laisizm) tam yerleştiği, demokrat bir Türkiye’yi tercih edeceğini iddia ediyor. Sonuç olarak imtiyazlı ortaklık mı (Special Relationship) gerçekleşecek yoksa Avrupa Türkiye’den ve Türkiye de Avrupa’dan vazgeçemeyecek varsayımından yola çıkarak ortaklık müzakereleri her halükârda devam edecek diye düşünüyor. Türkiye’nin tahmini nüfusu, AB’ye tam üyelik olarak düşünülen 2020 yılında yaklaşık 90 milyon olacaktır.
Bu kadar kalabalık ve belki de İslamcı bir parti tarafından yönetilen Türkiye’ye serbest dolaşım hakkı verilmese bile AB üyesi ülkelerin çoğunun bunu içine sindirip kabul etmesinin olanaksızlığı yazarın temel düşüncelerinden birini oluşturuyor.
En Çok Okunan Haberler
- Suriyeliler memleketine gidiyor
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- Yaş sınırlaması Meclis’te
- Marmaray'da seferler durduruldu!
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Apple'dan 'şifre' talebine yanıt!
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- Suriye’de şeriatın sesleri!
- ‘Hepinize test yapalım, bakalım kim ne kadar geçiyor!’
- Erdoğan'ı protesto eden gençlere işkence iddiasına yanıt