Tutsaklıktan yazarlığa, mütevazi bir serüven
Yazar Cemile Çakır, 12 Eylül sonrası İstanbul 1.Ordu Komutanlığı 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nce açılan Devrimci Sol ana davasında yargılanan isimlerden yalnızca biri. Anadolu cezaevlerinden Metris'e uzanan tutukluluğu süresince yaşadıklarından arta kalanları kitaplarında işliyor. Çakır'ın "Beyaz Düşssel Kanatlar" adlı son kitabı, Haziran 2010'da Ceylan Yayınları'ndan çıktı. Kitap, yazarın 1994- 2010 yılları arasında yazdığı şiirlerinden oluşuyor.
İstanbul Şişli’deki İktisadi Ticari İlimler Akademisi’nde 20 yaşında bir kamu yönetimi öğrencisi olan Çakır, Fatsa yakınlarında yolculuk yaptığı otomobilin yolu kesilerek gözaltına alındı. Bir yıl boyunca ‘Perşembe Gözetim Evi’nde tutuldu. Öğretmen yetiştiren Perşembe Eğitim Enstitüsü, darbeden sonra cezaevine dönüştürülmüştü. Okulun ne kadar solcu öğrencisi ve öğretmeni varsa tutuklanmıştı. Öğretmen ve öğrenciler hakkında yalan ifade üzerine açılan davayı anımsayan Çakır, “İddianamede, enstitü müdürü ve eşinin, kız ve erkek öğrencileri eşleştirdikleri gibi bir sürü akıllara ziyan iddialar vardı. Bu davada sanık kadınların hepsini bakirelik kontrolünden geçirdiler. Bu kadınların kimi evli, evli olanların kimi hamile, kimi de hiç evlenmemişti. O kızlarla birlikte kaldık, enstitüden bozma cezaevinde. Benim koğuşum öğretmenler odasıydı... Sonra beraat ettiler” diyor.
Enstitünün, sonradan griye boyanan camlarını kazıyıp dışarıyı izlediklerini anlatan Çakır, daha sonra Ordu Efirli Cezaevi’ne gönderildiklerini söylüyor. Siyasi tutukluların adli tutuklularla ayrı yerlerde kaldıkları Efirli’den komik bir anısını anlatıyor: “Dev Yol davasında dağda yakalanan bir arkadaşımız vardı. Geldiğinde uyuz vardı kızda. Sonradan bütün koğuşlara dağıldı. Adam öldürmekten müebbet almış bir kadın vardı... Ona da bulaşmış, şöyle bağırıyordu: ‘Komünistleeer sizin yüzünüzden uyuz oldum.’ İşkence, dayak ama arada böyle komik şeyler de oluyordu.” Çakır’ın da aralarında bulunduğu tüm siyasi tutuklular, konvoy halinde, Efirli’den Amasya Eryatağı’na gönderilmiş. Askeriyeye ait bir bina da cezaevi haline getirilmiş.
Aybastı davası...
Sağ ve sol görüşlülerin birlikte yargılandığı Aybastı davasını anlatan Çakır, derin devletin Aybastı’da yaptığı karanlık işleri, tutanaklara geçen ifadelere dayanarak anlatıyor. Aybastı’ya operasyon yapılacağı gün Kurtuluş davasından bir genç yakalanıyor. Bu genci operasyon aracına alıyorlar. Operasyona giden askerler Aybastı’ya, Tokat Reşadiye’den dolaşan yoldan gidiyorlar. Gece ormanlık arazide arabaya sandıklarla silah alıyorlar. Biraz ileride araca MHP’li bir grubu da alıyorlar. Aybastı’nın girişinde de silahları ülkücülere dağıtıyorlar. Silahlı çete ile askerler arasında telsiz iletişimi kuruluyor. Hangi köye operasyon yapılacağını birbirlerine haber veriyorlar. Ya önceden bu Nevzat Karayön çetesi köyü basıyor ya da asker köyü bastıktan sonra gidip orada kim varsa dayaktan geçiriyorlar. Çakır, bu davadan bir yıl sonra tahliye oluyor. 8.5 ay sonra 28 Eylül 1980’de yeniden tutuklanıyor. Bir yıl sonra serbest bırakılan Çakır, Haziran 1982’de tekrar yakalanıyor. Son yakalamada İstanbul’a Metris cezaevine getiriliyor. Sevk için 25 gün bekletildiği Keşap Gözetim Evi’ne gelen polisler, kendi deyimleriyle ‘kocaman bir terörist beklerlerken karşılarında ufak tefek bir kız çocuğu görünce şaşırıyorlar. İki yıl da Metris’te tutulan Çakır, Devrimci Sol ana davasında yargılanıyor. Davanın bazı sanıkları hakkında hala ceza istendiğini söyleyen Çakır, “Düşünün bir dava 1980 yılında başlıyor 2010 yılında bitmiyor. O dava düşsün değil çürüsün gitsin” diyor.
Metris günleri...
Çakır, Metris’e geldiğinde tutukluların 28 günlük açlık grevlerinin yeni bitmiş olduğunu, kitap ve gazete okuma gibi hakların kazanıldığını anımsıyor. Kısa süreli rahat dönemin ardından gelen baskılar, 1984 yılındaki açlık grevi ve ölüm orucu dönemine dek sürmüş. “Erkeklere tek tip elbise dayattılar. Çırılçıplak soyup yalnızca donla kışın soğuğunda mahkemeye götürdüler. Mahkemeye, görüşe, avukata ve doktora gidebilmek için gardiyanların önünde bütün elbiselerimizi çıkarma zorunluluğu getirdiler. Biz kabul etmedik. Mahkemeye giderken gardiyanlar, polisler üzerimize çullanıp soyuyorlardı. Dayak yiyoruz, coplanıyoruz, iç çamaşırlarımız bir tarafta elbiselerimiz yırtılmış... En zoruma giden şey onların gözü önünde tekrar giyinmekti” diyor. Çakır, Metris’teki çöp direnişini de şöyle anlatıyor: “İdare bir gün dedi ki ‘size büyük çöp poşetleri satacağız. Çöplerinizi öyle vereceksiniz.’ Önceden çöp büdonlarımızla veriyorduk çöpü. Biz kabul etmeyince çöpler toplanmadı. Koğuşlar sinekten geçilmiyor. Çöpler kapının önünde yığıldı. Koğuşlar arasında bir fısıltı yayıldı. ‘Arkadaşlar çöpleri yakalım’ diye. Bu fısıltının ardından hemen bütün çöpleri topladılar.” Metris’te dayak sırasında “kahrolsun faşizim”, “insanlık onuru işkenceyi yenecek” sloganları attıklarını söyleyen Çakır, “Anma yaptığımız bir gün yan koğuştan çığlıklar, garip sesler geldi. Anlam vermeye çalışırken kapı bir açıldı. Üstümüze tazyikli su sıktılar. Şubat ayı buz gibi su... Yataklara varana dek hiç kuru bir şeyimiz kalmadı. ”
Anadolu’da sol ve ütopya
12 Eylül döneminde solcuların, devrimcilerin dayanılmasi güç baskılar yaşadıklarını dile getiren Çakır, “Tahliye olanlar kendilerine bir hayat kurmaya kalktı. Bundan daha doğal bir şey olmaz. Hepsi de toplumun bilinç düzeyi yüksek insanları olarak kaldı. Kimi doktor, öğretmen, avukat oldu. Dünya da değişti biz de değiştik... Bir ütopyamız vardı. Sosyalizm kurulacaktı. Sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya kurulacaktı. Sınır da sınıf da sömürü de var. İnsanların birbiriyle sürekli savaşı var. Ütopyalarınızın gerçekleşme şansının olmadığını görüyorsunuz, o zaman insanın içi sızlıyor ve diyorsunuz ki ne halleri varsa görsünler...” Darbe sonrası süreçte Anadolu’da solun daha kolay ezildiğini, Anadolu’ya baskının daha yoğun ve topyekün olduğunu ifade ediyor. “Anadolu’da cuntanın, yanında toplumun baskısı da vardı. Biraz önce anlattım; öğretmenlerin yargılandığı davada sanıksanız o kasabada nasıl yaşayacaksınız? Karadeniz sahilinde boydan boya sol egemendi. Darbe Türkiy’de ekseni sola giderken sağa çevirdi. 12 Eylül’de her mahalleye imam hatip lisesi kuruldu. ‘Solcu olmasın İslamcı olsun’ dediler. İslami yayınlar alabildiğine genişledi. Solcular bir kitap basbamaz, hemen içeri atılırdı. Şimdi bile solcuysanız bir şey söyleseniz içeri atılırsınız.”
Cezaevi sonrası
1988’de üniversiteyi bitiren Çakır, şimdiye dek dergilerde, gazetelerde muhabirlik, matbaada montajcılık, ABD’de çocuk bakıcılığı gibi işlerde çalıştı. Cezavinde bulduğu her kağıda şiirler yazan, resimler çizen Çakır, 1990 yılında basılan “Gelincikle Uyanmak” adlı öykü kitabı ile yazarlığa ilk adımı attı. Daha sonra, bir roman, bir öykü ve üç şiir kitabı daha basıldı. Çakır’ın, eserlerinde 80 döneminin cezaevi koşullarından, insanın her anlamdaki tutsaklıklarına, aşka dair izler bulmak, yaşadığımız sistemi sorgulayan bir yaklaşım görmek mümkün. Çakır, Amerika’da yaşadığı dönemde de solcularla iletişime geçti. Amerikan medyasının kuşatılmışlığı nedeniyle Amerika’daki solun görünmez olduğunu dile getiren Çakır, Amerikan sol partilerde kadınlara, eşcinsellere, göçmenlere ve siyahlara pozitif ayrımcılıktan etkilendiğini söylüyor. Çakır, beyaz ve erkek olanın önceliksiz olduğunu dile getirerek, “Workers World’te, oyuncakların, videoların olduğu çocuk odası var. Parti üyesi bir anne toplantıya geldiği zaman çocuğunu oraya bırakıyor. O toplantıya katılanlar on beşer dakika arayla o çocuklarla ilgilenmek zorunda. O kadın da gerçekten o toplantıya katılmış oluyor” diyor.
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Yeni Ortadoğu projesi eşbaşkanı
- Esad'a ikinci darbe
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- ‘Yumurtacı müdire’ soruşturması
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- 6 asker şehit olmuştu
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- ‘Toprak bütünlüğü’ masalı ve Suriye: İmkânsız bir ülke