Yargı Reformu Aldatmacası ya da Yargının Siyasallaştırılması... -I-
Yargı yargıya bırakılmalı, siyaset yargıdan elini çekmeli; bağımsız yargıyı içine sindirebilmeli, bağımsız yargının demokrasinin gereği olduğunu kabul edebilmelidir.
l - Genel
Yargı çevresinde bir söz vardır: “Yargı, kararları ile konuşur.” Bu söz yargının bağımsız olduğu gerçek demokrasiler için söylenmiş, doğru bir sözdür.
Ama bugün bizde olduğu gibi yasama ve yürütmeyi birlikte elinde tutan siyasi güç yargıyı da ele geçirmek ister, sınırlı bir yargı bağımsızlığını dahi kabul etmez, tamamen yok etmeye kararlı olursa, böyle bir durumda yukarıdaki sözün hâlâ geçerli olacağını söylemek ne yazık ki mümkün olmaz, olmamalıdır.
Bugün Türkiye’de 1982 Anayasası ile esasen yürütme lehine sınırlandırılmış olan yargı bağımsızlığının tamamen ortadan kaldırılması, yargının yürütme yanında yasamanın da emrine sokulması, tamamen siyasallaştırılması söz konusudur.
İşin acı tarafı bunun ‘yargı reformu’ (!) adı ile yapılıyor olmasıdır.
Topluma acilen, yargı siyasallaşırsa bunun demokrasinin sonu demek olduğu, böyle bir ülkede adaletin, kişi hak ve hürriyetlerinin olmayacağı, hukuksuzluğun herkesi etkileyeceği ve bir gün onun kapısını da mutlaka çalacağı ama o zaman çok geç olacağı, halkın oyu ile iktidara gelenlerin bu oya saygısızlık etmeye hakları olmadığı, halkın oyunu hiçe sayıp ülkeyi sadece kendi çıkarlarını gözeterek yönetemeyecekleri, ‘yargı reformu’ adı altında yapılmak istenenin aslında bu olduğu anlatılmalı, halk; nedir bu aldatmaca, asıl amacı ne, başına neler gelecek öğrenmeli, kendi geleceği için doğrudan tehlike oluşturan bu gidişe ‘oy’u ile dur diyebilmelidir.
Görev muhalefet partilerine, bağımsız kalabilmeyi başarmış üniversitelere, barolara, sivil toplum kuruluşlarına, demokrasiye inanan herkese ve tabii üzerinde oynanan oyuna çok geç olmadan dur demesi gereken yargıya düşmektedir.
II - Yargı bağımsızlığı nedir, niçin gereklidir, nasıl sağlanır? Buradan başlayalım.
Yargı bağımsızlığı: Yargıcın hiçbir şekilde baskı altında kalmadan, kendini sadece hukukla sınırlayıp özgür karar verebilmesidir ve kişinin can ve mal güvenliği, hak ve hürriyetlerinin korunması ile doğrudan ilgilidir. Yargının diğer devlet organlarından yani yasama ve yürütmeden ayrı, bağımsız örgütlenmesi, yetkilendirilmesi ile sağlanır. Yargıcın davanın taraflarına önyargısız bakmasını, hukuku tarafsız, adil belirleyebilmesini yani adaleti ve sonuçta, adalete güveni sağlar ki bu nedenle demokrasilerin ayrılmaz parçası, olmazsa olmazıdır.
Şimdi bu kavramların hangisi soyut, hangisi bize yabancı? Kim bağımsız bir mahkemede tarafsız bir yargıç tarafından yargılanmak istemez? Ya da, bağımsız olmayan siyasi iradenin baskısı altındaki yargının tarafsızlığına güvenebilir misiniz?
Yargının halk nazarındaki saygınlığı ona duyulan güvene bağlıdır. Onu güvenli kılan ise tarafsızlığıdır. Yargı bağımsız değilse, tarafsız da olamaz, adil karar veremez, onu ele geçiren iktidarın (gücün) sesi olur ve bu hal demokrasi ile asla bağdaşmaz.
Parlamenter demokrasilerde (bizdeki sistem de budur) yargı bağımsızlığını sağlamak, iktidara talip olup, halkın oyu ile iktidara gelenlerin yani milli irade ile seçilenlerin görevidir.
III - Türkiyede bugün yargı ne durumda, görelim.
1982 Anayasası çerçevesinde Türkiye’de yargı bağımsızdır demek zaten çok zor. Çünkü, anayasada yargı bağımsızlığı, yargıç teminatı ilkeleri yer almış, yasama ve yürütmeden örgütsel olarak ayrı Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) oluşturulmuş ise de; kurulun yetkileri sınırlıdır ve yargıç ve savcılar idari yönden Adalet Bakanlığı’na yani yürütmeye, siyasi iktidara bağlı kılınmıştır. Bu yapılanmanın sonuçlarını her gün görmekteyiz.
Bu yapı 12 Eylül’ün mirasıdır. 1961 Anayasası’nda yer alan bağımsız yapı 12 Eylül 1980 sonrası Konsey kanunları ile kaldırılmış, bugünkü, yetkileri sınırlı kurul oluşturulmuş, 1261 sayılı yasa ile getirilen bu yapı 1982 Anayasası’na da esas olmuştur.
Önce kuruldan başlayalım. Mevcut halde kurulun yapısı yargı bağımsızlığını sağlamaktan çok uzak. 7 kişilik kurulda 5 yüksek yargıç dışında yürütmeyi (siyaseti) temsilen Adalet Bakanı ile müsteşarı yer almakta. Kurulun başkanı Bakan, başkanlık temsili değil yetkileri ağırlıklı, kurulu o topluyor, göndemi o belirliyor. Herhangi bir konuda, siyaseten benimsenen sonucu belirleyene kadar kurulu toplamamak ya da siyaseten uygun görülmeyen bir konunun göndeme girmesi, girse de aksi yolda sonuçlandırılması çok zor.
Örnek: 2000 yılı Haziran Atama Kararnamesi’nde yaşananlar unutulmamıştır. Atama ve nakil yetkisi kurula ait, ama kendi binası, personeli olmadığı için kararname taslağını bakanlıkta, bakanın atadığı, siyasetin etkisine açık bürokrat yargıçlar hazırlayıp kurula sunuyor. Bu nedenle, haklarında sayısız hukuk ihlali iddiası bulunan Ergenekon terör örgütü iddiasıyla açılan davanın savcılarının en azından yıpranmış olmaları nedeniyle görevlerinden alınmaları hukuken beklenen bir durum olduğu halde, taslakta yer almamaları anlaşılabilir bir durum.
Ama kurul tam yetkili olduğu halde, taslak önüne geldiğinde davayı siyaseten dektekleyen belli bir medya grubunun öylesine saldırısına hedef olmuştur ki, yürütme ile çatışma ortamı yaratmamak görevi yine kurula (yargıya) düşmüş ve hukuken haklı nedenler olduğu halde, savcıları görevden alamamış, kanuni yetkisini kullanamamıştır.
Kurulun kendi personeli, binası yoktur, idari, mali özerkliği olmayan kurul, bakanlıkta kendisine verilen yerde çalışmaktadır. Mesleğin en üst ve yetkili organı olduğu halde, yargıç ve savcılar hakkında soruşturma yapma yetkisi yoktur, müfettişi yoktur. Soruşturma bakan iznine bağlı ve bakanın atadığı bakanlık müfettişlerince yapılmaktadır.
Bakan kendi atadığı, siyasetin emrinde olan bu müfettişlere, yaptıkları bir soruşturmada, gerekli görürlerse, tüm yargıç ve savcıları kapsayacak şekilde ve genel nitelikte soruşturma yapma izni ve dinleme yetkisi verebilmektedir.
Bu yolda son 5 yıl içinde 69, son dönemde ise Ergenekon(!) davası kapsamında tam 56 yargıç ve savcının dinlendiği ve hiçbiri hakkında suç unsuru teşkil edecek bir hususa rastlanmadığı halde, yasa gereği yapılması gerekli olan, tutanakların imhası ve ilgilisine haber verilmesi gibi zorunluluğun da yerine getirilmediği artık bilinmektedir.
Yine müfettişlerin talebi üzerine mahkemelerce CMK’nin 135. maddesinde yazılı koşulların olayda oluşup oluşmadığı bile araştırılmadan dinleme kararları verildiği de gün ışığına çıkmıştır. Bu durum ise yargıçlar üzerinde müfettiş (ya da siyaset) baskısını göstermektedir.
Öte yandan, dinleme kararları kesindir, itiraz yolu da yoktur. Kurul’un beş seçilmiş üyesi, yani çoğunluğu, yasal dayanağı olmadan yönetmelikle müfettişe verilen bu yetkinin hukuka uygunluk açısından Yargıtay denetiminden geçmesine karar vererek Bakan kesinleşmiş bir dinleme kararının, (Kanun yararına bozma) yoluyla Yargıtay incelemesine taşımasını istemiş, ancak bakan bu kararı bugüne kadar uygulamaya koymamış, Yargısal denetimden kaçırabilmiştir.
Başkanlar Kurulu’nun izin şartı aranmadan Yargıtay santralının dahi bu yolla dinlendiğinin ortaya çıkması üzerine ise Başbakan, CMK’nin 135. maddesine aykırılığı ortaya çıkan bu dinleme kararları ile ilgili olarak usulsüzlük iddialarını görmezden gelip demagoji yapabilmekte ve “Madem mahkeme kararı var, onlar da dinlenecekler” diyebilmektedir.
Bakan, yargıç ve savcılar hakkında yapılacak soruşturmada tek yetkilidir. Bu yetkiyi başka yollarla da keyfi olarak kullanabilir.
Nitekim yine Ergenekon davası savcıları hakkında sayısız hukuk ihlali iddiasının soruşturulmasındaki gevşeklikle, örneğin; başbakana karşı açılan bir davada tazminata hükmeden bir yargıç, ya da cumhurbaşkanının bu görevi öncesinde işlediği iddia edilen ve dokunulmazlık kapsamına girmeyen kişisel bir suçu nedeniyle yargılanması gerekliliğine karar veren bir yargıç, ya da söylemleri siyasi iradeyi memnun etmeyen yasal kuruluş YARSAV’ın başkanı bir savcı hakkında derhal, peş peşe açılan hatta meslekten ihraç istemiyle sonuçlanabilecek soruşturmalar, izin yetkisinin siyasi iradede olması halinde ne kadar farklı boyutta kullanılabileceğini göstermektedir.
Siyasi güç, yargıdan kendi görüşlerine uygun kararlar beklemekte, aksi yolda kararı, söylemi olanlar cezalandırılabilmektedir.
Tüm bu olaylar (örnekler) siyasi iradenin yargıya bakışını, yargıç ve savcıların görevlerini hangi güçlükler altında yaptıklarını ve tabii kurulun yetkisizliğini çok açık biçimde ortaya koymaktadır.
Bakan dışında bakanlığın da yargıç ve savcılar üzerinde ağırlıklı etkisi var. Dayanağı anayasanın 140/6. maddesidir.
Buna göre, daha işin başında adaylığa girişte, ÖSYM’ye yaptırılan yazılı sınavın protokolünü hazırlayan, sınavı kazananların mülakatını yapan bakanlık, 7 kişiden oluşan mülakat kurulunun 5 üyesi zaten bakanın atadığı bürokrat yargıçlar, diğer 2 üye ise yine bakanlığın ağırlıklı etkisi altında oluşturulmuş Adalet Akademisi’nden. Öte yandan mülakat, mesleğin “temsili” niteliği gereği gerekli. Ama yine mülakat, sözlü sınav gibi objektif kriterler taşımaz kıstası konsa da, ki vardır, ama objektif verileri olmaz, farklı değerlendirmelere, siyaseten kullanılmaya açıktır. Bu hali ile mülakat yazılı sınav sonuçları ile birlikte adaylığa girişi belirlemekte, yargı bağımsızlığı, yargıç teminatı gibi anayasal güvenceler daha işin başında zedelenmektedir.
Yazıma yarın devam edeceğim.
En Çok Okunan Haberler
- Nevşin Mengü hakkında karar
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?
- MHP'den 'asgari ücret' önerisi
- AKP’nin tabutu CHP sıralarına kondu
- Emekliye iyi haber yok!