Yiten balıklar, giden insanlar
Ara Güler'in 'Kumkapı Ermeni Balıkçıları' kitabı önümüzdeki günlerde Aras Yayıncılık'tan çıkıyor.
Kumkapı önlerinde balıkçı kayıkları' Ağ toplayan balıkçılar' Asılı ağlar arasında kaybolmuş, iki katlı ahşap evler' Ağları onaran kadınlar' Balıkçı teknelerinin çevresine toplaşmış sandallar'
Ara Güler'in siyahbeyazlarının pek çoğunun başkişisi balık ağları. Kaderi balık ağlarıyla örülmüş bir mahalle; Kumkapı'da Acemdağı mahallesi; bir balıkçı köyü. Yıl 1952.
Sözünü ettiğim fotoğrafları, bir haftaya kadar Aras Yayıncılık'tan çıkacak olan Kumkapı Ermeni Balıkçıları adlı kitapta görebileceksiniz. Kitapta, Ara Güler'in, 21-26 Mayıs 1952'de, Ermenice 'Jamanak' gazetesinde yayımlanan 'Kumkapui hay tzıgnorsnerun hed' (Kumkapı Ermeni Balıkçılarıyla Birlikte) başlıklı yazı dizisi üç dilli (Ermenice, Türkçe, İngilizce) olarak yer alıyor.
'Jamanak'ta altı gün sürmüş olan bu yazı dizisinde yalnızca yedi fotoğraf kullanılmış. Kitapta ise, gazetede basılanların yanı sıra, Güler'in arşivinden alınan fotoğraflara da yer verilmiş. Bu fotoğraflar, 1957-60 yılları arasında yapılan yol yüzünden İstanbul'un Marmara sahil şeridinin çehresinin tümüyle değişmesi nedeniyle artık tarihe karışmış bir yaşantının son yıllarına ilişkin görüntüleri günümüze ve geleceğe taşıdığı için de çok değerli.
Ara Güler de 1993'te 'İstanbul' dergisine yazdığı bir yazıda, bu gerçeği vurgulamadan edememiş:
'Yıl 1952, Kumkapı hâlâ ufak bir balıkçı köyüdür, İstanbul ise sularla çevrili bir kıyı şehri. Birkaç yıl sonra Sahil Yolu yapılınca bu şirin balıkçı limanı büsbütün başka bir biçim alacak. Ama o zaman bunun böyle olacağını kimse bilmiyor, tahmin edemiyordu; ne balıkçılar, ne balıkçı reisleri, ne Kumkapı halkı, ne de ben' İşte bu siyah-beyaz fotoğraflar çoktan yitmiş olan bir dünyanın belki de tek tanıklarıdır.'
Güler, Kumkapılı Ermeni balıkçılardan söz ederken, 'Gecenin kör karanlığında denize çıkıp gün ağarırken dönüyor ve avlanan balıkları goygoycularla paylaştıktan sonra kalanları balık haline götürüyorlardı' diyor. 'Goygoycular gecenin içinde ağ çevirerek bağıra çağıra kürek çeker, ağa takılmış balıklar meşalenin titrek ışığında parıldayarak oynaşır ve bütün bunlar günün ilk saatlerinde İstanbul'un minareli siluetine doğru ilerlerdi. İşte o güzelim Kumkapı balıkçı köyünden kala kala birkaç siyah-beyaz fotoğraf ve anılarımdaki o alacakaranlık sabahlar kaldı.'
Yalnızca fotoğraflar mı? Aras Yayıncılık'tan çıkacak olan Kumkapı Ermeni Balıkçıları adlı kitapta, foto muhabiri Ara Güler'in yalnızca fotoğraflarını görmekle kaymayacak, Sait Faik tadındaki o nefis yazı dizisini de okuyacaksınız.
Ara Güler'in röportajını okurken, gazetelerde neden yıllardır bu tür yazı dizileri yayımlanmadığını düşündüm. 'Modası geçtiği' için mi? Gazeteleri yönetenlerin gözü, dolaysız politika, futbol ve magazin dünyasından başka bir şey görmediği için mi? Böylesi röportajları yapabilecek, eli kalem tutan gazetecilerin sayısı çok azaldığından mı? Yoksa televizyonlardaki sıradan, sığ, tekdüze röportajlar, gazetelerde yapılabilecek yazınsal tatlar içeren, usta işi fotoğraflarla beslenen, insani ve toplumsal gerçekleri gözler önüne seren yazı dizilerine yeğlendiği için mi?
Ara Güler'in yarım yüzyıldan fazla bir zaman önce gerçekleştirdiği bu yazı dizisi, o fotoğraflardaki sepetlerde gördüğümüz balıklar kadar, insanların da tükenmekte olduğunu bir kez daha anımsatıyor bize.
Güler'in siyahbeyazlarına bakarken, Kumkapılı Ermeni balıkçılarla söyleşilerini okurken, Hrant Dink'in sandalda balık tutarken çekilmiş fotoğrafı düştü aklıma. Neden dersiniz? Neden acaba!
Demek, ustasının elinden çıkmış bir gazete röportajı, bazen iyi bir edebiyat yapıtı kadar kalıcı olabildiği gibi, yıllar öncenin nitelikli bir yazı dizisi yıllar sonranın acımasız güncelliğiyle bile örtüşebiliyor'
'Balık dediğin başa bela!'
Aşağıdaki satırları okuduğunuzda, Ara Güler'in, 1952'de yayımlanan yazı dizisinin 'mürekkebinin kurumadığını' siz de göreceksiniz. Kitabı alıp okuduğunuzda ise, böyle röportajların artık neden yapılmadığı sorusunu siz de seslendireceksiniz:
'Deniz zalimdir.'
'Deniz bize hayat verir.'
'Biz onun çocuklarıyız.'
'Tanrı'nın inayetini denizden bekleriz.'
'Hey anam, var mı bize yan bakan..!'
Yaşadığımız dünyadan tümüyle farklı bir dünya bu mahalle. Köşedeki denize nazır meyhanede rakı ve eğlence; civar sokaklardaki alçacık evlerde ise çoğu kez acı ve keder var.
Erkekler geceyarısından sonra denize açılır, kadınlar da evlerinde Meryem Ana'nın resmi önünde diz çöküp dua ederler: 'Meryem Ana, yalvarırım kocamı, oğlumu günlük ekmekleriyle geri getir''
Her evin iki katı neredeyse yerin altında. Kapının yanındaki pencere yere silme açılıyor. Bu katın arka kısmında mutfak bulunuyor. Burası, evin erkeği avdan dönünce akşamdan akşama, yemek yenilen yer. Zemin, yan yana yerleştirilmiş çatlak mermer parçalarından öte, topraktan ibaret. İkinci kat tek odalı; durumu nispeten iyi olanların evlerinde iki oda var. Bu odaların eşyası, pencere önünde bir 'sedir', kırık ayaklı eski bir gardırop ve yataktan ibaret. Duvarlar koyu renk halılarla kaplı. Halıların üzerinde neler yok ki' Mavi boncuklar, 'muska'lar, hocanın yazdığı 'dua tezkeresi', kapı üstünde dikenli dallar ve bir nal'
Ekmeğini denizden çıkaran bu insanların hayatını anlayabilmek için iki farklı gözlük kullanmamız gerekir. Birinci gözlük kapkaradır; nemli, puslu sabahlarda kol güçleriyle geçimlerini sağlamaya çalışan kürekçilerin çileli hayatıdır bize gösterdiği. İkinci gözlükle baktığımızda ise karşımızda bambaşka, ilkinden çok daha farklı ve coşkulu bir hayat buluruz.
'Ne ağ ne de olta, balık rakıyla yakalanır.' İkinci gözlükten görebildiğimiz bu hayat, sadece diğerini unutturmaya yarar. İki ayrı gözlükle izlediklerimiz aynı insanlardır aslında; işte onlarla o çileli hayatı unutturan, karada geçirilen birkaç saatlik yaşam ve rakıdır'
Usta çırağına bağırdı:
'Lan, piç, Margos abi bir saattir rakı bekliyor!'
'Hemen usta.'
'Getir göreyim hadi!'
'Mezeyi unutmayasın ha! Siz de gelin be çocuklar, Allahın verdiği kadar biz de keyif alalım şu hayattan''
Sahildeki açık hava meyhanesinde bunları duymanız mümkün. Ama biz Baküs'ün müritlerini orada bırakıp meyhaneden çıkacak ve sağ taraftaki üç numaralı evden içeri gireceğiz. Burası Kevork Reis'in 'yalı'sı. İçerisi ilk bakışta karmakarışık ve karanlık. Fakat sonra gözlerimiz alışıyor; etrafımızda ne var ne yok seçebiliyoruz. Döşemeler eğri büğrü, evin tamamı ahşap. Tam karşımızda iki kanatlı, yarı açık, geniş bir kapı; sağımızda çok eski, tırabzansız bir merdiven var.
O sırada yanımızdan biri geçiyor ve ister istemez soruyoruz:
'Usta, yakırısı nedir öyle?'
Bir an bakar. Yabancı olduğumuzu düşünür, ne var ki yüce gönüllü biridir ve soruyu cevapsız bırakmayı yediremez erkekliğine:
'Ağlar var yukarıda. Yedeklerimizi orada saklıyoruz.'
'Peki adın ne senin?'
'Hampartzum.'
'Onlarla mı çalışıyorsun?'
'Evet, ben Reis'in kardeşiyim.'
'Reis nerede?'
'Az evvel geldiler, çok yorulmuşlardı, yatmaya gitti.'
'Bu gece balığa çıkacak mısınız?'
'Anlamadım.'
'Balığa diyorum, çıkacak mısınız bu gece?'
'Çıktılar zaten.'
'Siz ne zaman çıkacaksınız?'
'Yarın saat üçte.'
'Öğleden sonra mı?'
'Hayır, sabaha karşı üçte.'
Oturduk. Bana denizi anlatmasını istedim. Bir an durdu, sonra gülümseyerek, 'Öyle olsun, zararı yok' dercesine yüzüme baktı ve konuşmaya başladı:
'Balık dediğin başa beladır. Bela denizin dibindedir, sense üstünde. Geceleri fosfor gibi parlar''
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Yeni Ortadoğu projesi eşbaşkanı
- Esad'a ikinci darbe
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- ‘Yumurtacı müdire’ soruşturması
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- 6 asker şehit olmuştu
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- ‘Toprak bütünlüğü’ masalı ve Suriye: İmkânsız bir ülke