Rus edebiyatının kurucusu, Çarlık Rusya’sının timsali; Puşkin!
Aleksandr Puşkin (1799-1837), Rusya’dan Türkiye’ye gelen ilk yazardır. Bu onun ilk ve son seyahatiydi. 1829 yılında, Rus-Türk Savaşının ortasında Rus Kafkas Ordusuyla birlikte sınırı geçip Kars ve Erzurum’u gezdi. Bir vebaya tanık oldu, kırık bir minareyi tırmandı. Bu seyahatteki izlenimlerini yıllar sonra, 1836’da yayınladı. On dokuzuncu. yüzyılın ortasında, Fransa’nın Rusya elçisi Eugène-Melchior de Vogüé, Puşkin’i “Pierre le grande des lettres ” (edebiyatın Büyük Petro’su) diye övüyordu. Vogüé’nin abartmayı sevdiğini biliyoruz: Dostoyevski’nin biz Gogol’ün paltosundan çıktık dediğini rivayet eden de oydu. Ama Puşkin hakkındaki sözü gerçek oldu. Hem de Dostoyevski sayesinde.
Resim: Vasili Troponin
SIRA DIŞI BİR KAHRAMAN, RUS EDEBİYATININ BAŞYILDIZI!
Günümüzde Puşkin sıra dışı bir kahraman olarak anılır. Rus edebiyatının başyıldızıdır, kurucusudur. Rus edebiyatını onun adını anmadan değerlendirmek, tanımak, hatta sevmek ve bütün Rus yazarlarında onun gölgesini görmemek olanaksızdır.
Rusçayı alıp benzersiz bir yüksekliğe çıkarmıştır. Onun yazdıkları Rus edebiyatında yeni bir başlangıç olmuştur. Bu sözler hemen hemen bütün Rus edebiyatı giriş metinlerinde, kitaplarında karşımıza çıkar.
Bütün yazarlar arasından sıyrılıp en öne geçer Puşkin. Öncüleri Lomonosov’dan, Karamzin’den, Jukovski’den de bahsedilse bile, Puşkin bir dahi olarak durur hepsinin ortasında.
Çağdaşları var mıdır? Çağdaşı olan bir şair kolayca akla gelmez, oysa bunlar arkadaşlarıdır. Sanki onun çağında kimse onun gibi, ondan üstün ya da onunla eşit yazmamıştır.
1837’de, karısının aşığı olduğuna dair söylentiler çıkan D’Anthes adlı bir yabancı subayla girdiği düelloda öldükten sonra ünü Rusya’yı aşmıştır. Kısacık ömründe eşsiz bir yaratıcılıkla Rus edebiyatını benzersiz bir yere taşımıştır.
Bu yorumun bir kaynağı on dokuzuncu yüzyılın romantik, kişiyi, dahi yaratıcıyı edebiyatın merkezine yerleştiren sanat eleştirisi anlayışı. Bu yaklaşıma göre bir çağın ayırt edici özellikleri belli bir kişide toplanır ve çağın ruhu onda ifadesini bulur, her ulusun böyle kişilere sahip olması, kendini o kişiler aracılığıyla tarih sahnesine çıkartması kaçınılmazdır.
Puşkin böyle biriydi, yaratıcı dehası ve çalışkanlığı, üretkenliğiyle çağının, toplumunun, on dokuzuncu yüzyıl başı çarlık Rusya’sının timsaliydi:
Sadece şiirleriyle genç yaştan itibaren şaşırtmayı, dile yeni bir canlılık getirmeyi başarmakla kalmadı, aynı zamanda bu canlılığı yeni konularla besledi, yaratıcılığını yeni girişimlerle renklendirdi -tıpkı Rusya gibi-.
Soldaki resim: Orest Kiprensky. Sağdaki resim: İlya Repin
TARİHTEN TİYATROYA, ELEŞTİRİDEN ROMANA BİR ÖNCÜ!
Rusya da topraklarını genişleterek, nüfuz alanını büyüterek ve bu yeni alanlarda yeni girişimlere öncülük ederek dünya sahnesindeki yerini gösteriyordu:
Napoleon’la anlaşarak yeni Avrupa siyasetinde söz almaya kalkışan I. Aleksandr, Moskova’yı işgal etmeye kalkan Napoleon’u ordusuyla Paris’e kadar kovalamış, Avrupa’da monarşinin kurtarıcısı olmuştu.
Diğer yandan Kafkasları fethediyor ve Doğu Sorunu’nu Avrupa adına çözmeye hazırlanıyordu ve bu arada Sibirya topraklarının Alaska’ya kadar hakimiydi, bir bakıma Avrupalı bir Amerika olmuştu.
Puşkin de edebiyatta bütün bunların bir bileşimiydi: tarihten tiyatroya, eleştiriden romana, Yunan mitolojisinden Rus folkloruna her alana uzandı ve hepsinde geleceğe kalan şaheserler yarattı.
‘RUSYA’NIN İFTİRACILARINA YANIT’
O yüzden bugün Rusya’nın Avrupalılık krizi üzerine düşünürken dönüp onun Bakır Atlı’sına bakmak da olanaklı, Rusya’nın günümüzdeki askeri harekatlarının mantığını anlamaya çalışırken onun “Rusya’nın İftiracılarına Yanıt” adlı şiirine dönüp bakmak da. Bu şiiri Polonya-Rusya savaşı döneminde yazmıştı.
“Ne diye vızıldıyorsunuz, halk çığırtkanları?/ Neden aforozla tehdit ediyorsunuz Rusya'yı?/ Nedir sizi kızdıran? Litvanya'daki kargaşa mı?/ Bırakın: Bu tartışma Slavlar arasında,/ Ev içi, kader kadar eski bir tartışma,/ Sizin çözemeyeceğiniz bir konu.
Bizden nefret ediyorsunuz.../ Ne için? Söylesenize:/ Uçuruma attık diye mi/ Ülkelerin üzerine çökmüş putu/ Ve kanımızla kurtardık diye mi/ Avrupa'nın hürriyetini, onurunu, barışını?” (1831)
ON DOKUZUNCU YÜZYIL SONUNA DOĞRU DEMOKRATLAŞTI!
Ama diğer yandan Rusya’ya kapanıp kalmış bir Avrupalı, bir Lord Byron sureti olduğu da söylenebilir. Çağının bütün yazarları gibi soyluydu (yazarlık ancak 19’uncu. yüzyıl sonuna doğru demokratlaştı, sınıfsal çeşitlilik kazandı Rusya’da).
Kökleri Habeşistan’a uzanan ataları Büyük Petro’nun sarayındaydı, çarın özel lisesinde eğitim alan sayılı kişilerdendi ve yaşamı hep imparatorluk sarayının çevresinde, çarın kararlarına bağlı geçti.
TÜRKİYE’YE GELEN İLK RUS YAZAR PUŞKİN’İN ERZURUM SEYAHATİ SONRASI YAZDIĞI ŞİİRİN SİMGELEDİĞİ...
Yurt dışına çıkmayı çok istedi, ama güney Rusya’daki sürgün havasında geçen seyahatleri dışında yurt dışında gidebildiği tek yer Türkiye oldu.
Aralık 1825’teki başarısız darbe girişimini yapanlarla yakınlığı biliniyordu ve çar onun dilini dizginlemeye kararlıydı. Aralıkçıların bu girişimi 1878’teki başarısız ve 1909’daki başarılı Çırağan darbe girişimlerine benzer; Fransız esiniyle meşrutiyet istiyorlardı.
Puşkin de daha Erzurum seyahati sırasında dönemin Türkiye’siyle Rusya arasındaki ortak atmosferi hissetmiş, hatta daha sonra, Ekim 1830’da bu konuda bir şiir yazmıştı.
Bir yeniçerinin ağzından yazdığı şiirde İstanbul’un Batıya dönerek gavurlaşmış olduğunu söylüyordu; belki III. Selim’in başına gelenler de aklındaydı, ama bu Puşkin açısından, Aralıkçıların Rusya’daki konumu üzerine bir yorum olmalı.
Tam da Rusya Osmanlı donanmasını yok edip Yunanistan’a bağımsızlığını kazandırdığı dönemde yazılmış olduğu için, şiir özellikle ilginçtir; o yüzden Puşkin’in padişah II. Mahmud’un askeri yeniliklerinin, yeniçerileri kaldırıp modern ordu kurma hamlesinin çok geç kalmış olmasını alaya aldığı da düşünülebilir.
Her koşulda şiirin Türkiye’de günümüzde bile sıkça karşılaşılan bir söylemi dile getirmiş olması şaşırtıcıdır:
“İstanbul’u övüyor şimdi gavurlar,/ Ama yarın demir topuklarıyla,/ Uyuyan yılan gibi ezecekler/ Ve öylece bırakacaklar giderken./ İstanbul rüyadaydı beladan önce./ İstanbul koptu Peygamber'den;/ Kurnaz Batı kadim Doğunun hakikatini/ Karman çorman etti orada-/ İstanbul, günahın mutluluğuna kapılıp/ Bıraktı duayı ve kılıcı. …” (1830)
YAŞAMININ ÜÇ DÖNEMİ
Puşkin’in yaşamında üç dönem vardır: Birincisi, şiir yazarak ünlendiği ilk başkent dönemi; ikinci dönem, özgürlükçü şiirleri dilden dile dolaştığı için Çar I. Aleksandr’ın onu Sibirya’ya göndermeye karar verdiği, sonra bunu güney Rusya sürgününe çevirdiği 1820 yılında başlar.
Puşkin güneyin çeşitli şehirlerinde devlet memuru olarak çalışıp sayısız aşk macerası yaşadıktan sonra, 1824’te ateist eğilimleri nedeniyle memuriyetten çıkartılır ve annesinin Mihaylovskoye’deki çiftliğine sürülür.
Üçüncü dönem, iki yıl süren, edebiyatı açısından çok verimli bir çiftlik hapsinden sonra yeni Çar I. Nikolay’ın onu başkente davet etmesiyle başlar.
1827-1838 arası bu dönemde Puşkin artık olgun bir edebiyat insanı gibi hareket eder: ailesinin ve Rusya’nın tarihine ilgi gösterir, daha çok düzyazı yazar, evlenir, borçlanır, dört çocuk sahibi olur, dergi çıkartır ve derken, bu garip başkent mahkumiyetine bir düelloyla son verir.
KADER ORTAKLIKLARIYLA DOSTOYEVSKİ’NİN RULETİ, PUŞKİN’İN DÜELLOSU!
Rus edebiyatını yakından tanıyan okur, Dostoyevski’nin ruletiyle düello arasındaki yakınlığı hissedecektir; Puşkin’le Dostoyevski’nin sürgünden dönüşleri arasındaki benzerlikler ve kader ortaklıkları çok fazladır.
Belki tam da bu yüzden, yani kaderlerindeki yakınlığı ve eserlerindeki çokseslilik ortaklığını gördüğü için Dostoyevski, 1880’de şairin 100. doğum yılını kutlamak üzere yapılan ilk heykelinin açılışında konuşmayı kabul etti ve onu ölümsüzlüğe götüren eserin ve kahramanın Yevgeni Onegin’in kadın karakteri Tatyana olduğunu söyledi.
Puşkin’in yazdığı her şey Tatyana ve onun halktan bir Rus kadınını temsil eden özelliklerinde en yüce simgesini bulmuştu ona göre.
Turgenyev de konuşmuştu açılışta, ama Puşkin’in büyük bir yazar olduğunu söylemekle yetinmişti. Dostoyevski’yse Puşkin’i Avrupa edebiyatının en büyüklerinden biri ilan etmekle kalmayıp onu insanlığa evrensel kardeşliği getirmeye kararlı Rus edebiyatının öncüsü olarak anıtlaştırdı.
O sırada Tolstoy günlüğüne böyle bir heykelin, yaşadıkları çağda yoksul Rus halkı için bir anlam taşımadığını yazmış ve açılışa gitmeyi gerekli bulmamıştı.
DOSTOYEVSKİ’NİN İMGESELLEŞTİRDİĞİ PUŞKİN: EVRENSEL EDEBİYATIN YARATICISI!
Dostoyevski bir anda, Puşkin’i, onu Rus halkının, yaşamının anlatıcısı sayan Belinski’den de öteye geçerek, evrensel edebiyatın bir yaratıcısı ilan etti. Ve bu imge kalıcı oldu.
İlginç bir şekilde, Dostoyevski karşıtı Bolşevik-Sovyet yönetimi de, şairin 100. ölüm yıldönümünde büyük kutlamalar yapar ve ondan Sovyetlerin müjdecisi Puşkin imgesini yaratır, onu bütün Sovyet halklarının başyazarı haline getirirken, Dostoyevski’nin attığı evrensellik temelinin üstüne inşa etti bu imgeyi.
Bu imgeyi katı bir Sovyet karşıtı olan, Sovyet Puşkin’ine karşı duran Nabokov da sürdürdü: esin kaynağı saydığı Puşkin’de kozmopolit, Avrupa kültürünün üyesi evrensel bir şair gördü. Puşkin bütün Rus edebiyatının derin yeraltı kaynağı, evrensel mesajının simgesi haline geldi.
“Ah, o ayaklar, ayaklar! Neredesiniz şimdi?/ Nerede açıyor bahar çiçekleriniz?/ Doğulu bir rahatlıkla serpilmiş,/ Kuzeyde, kederli karlarda/ Bir iz bırakmadınız geriye:/ Severdiniz yumuşak halıları/ Dokunuşuyla iç gıcıklayan./ Çok mu oldu, sizin uğrunuza unuttum/ Şan ve şöhrete olan açlığımı/ Atalarımın ülkesini, esaretimi?/ Gençlik yıllarının mutluluğu kayboldu,/ Çayırdaki hafif izleriniz gibi.” (Yevgeni Onegin’den...)
NEDEN KAÇIP GİTMEDİ RUSYA’DAN?
Ama hangi evrensel mesaj? Puşkin sadece halkların özgürlüğünün şarkıcısı değildi, insani özgürlüğün, özgür aşkın, şen şakrak havaların, insan teninin şairiydi.
Günümüzde Rus kültürünün her yerinde yaşıyorsa, sadece son dönem eserlerinde, Yüzbaşının Kızı’nda, Dubrovski’de adaletsizliğe karşı büyük isyanları anlattığı için değil -lirik diliyle hayatın hemen her alanının şarkısını söylediği için yaşıyor.
Tolstoy gibi askerlik yapmadı, Dostoyevski gibi kamp hapsi yaşamadı, ama kısa bir hayatın son on yılını çarın yakın gözetiminde geçirdi. Neden kaçıp gitmedi Rusya’dan? Tam da olgunluk dönemindeki ölümü çar açısından cinayet, ama onun açısından intihar sayılır. Rusya’nın, edebiyatının bu olay üzerinde yükselmesi şiirsel bir paradokstur.
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Yeni Ortadoğu projesi eşbaşkanı
- Esad'a ikinci darbe
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- ‘Yumurtacı müdire’ soruşturması
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- 6 asker şehit olmuştu
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- ‘Toprak bütünlüğü’ masalı ve Suriye: İmkânsız bir ülke