Vicdanlardaki adaletin zamanaşımı yok
O kapıdan kimler girip çıkmadı ki... Darülfünun’un, yani İstanbul Üniversitesi’nin o kapısı nelere tanık olmadı ki. Osmanlı’nın Harbiye Nezareti’ydi. Başkomutan Vekili Enver Paşa, o kapıdan çıkıp Beyazıt Meydanı’nın ortasına kadar serilmiş kırmızı yolluğun üzerine yerleştirilmiş top arabasına yaslanıp poz vermişti...
O kapıdan kimler girip çıkmadı ki... Darülfünun’un, yani İstanbul Üniversitesi’nin o kapısı nelere tanık olmadı ki. Osmanlı’nın Harbiye Nezareti’ydi. Başkomutan Vekili Enver Paşa, tarihi binanın o kapısından çıkıp Beyazıt Meydanı’nın ortasına kadar serilmiş kırmızı yolluğun üzerine yerleştirilmiş top arabasına yaslanıp poz vermişti... Osmanlı Ordusu’nun, yaşadığı Balkan Savaşları travmasını üzerinden atması çok uzun yıllar alacaktı ama Birinci Dünya Savaşı için toplar ateşlenmişti bile.
Birazdan tüm gözler Çanakkale’ye çevrilecekti. Sofya’da askeri ataşe olan Mustafa Kemal, yurt savunmasında aktif görev almak istiyordu. Tam istifa restini çekmek üzereydi ki, görev tebliğ edildi: Yarbay Mustafa Kemal 19. Tümen Komutanlığı’na atandı. Bu kez Beyazıt’taki o kapıdan içeri giren Mustafa Kemal’di. Şimdiki İstanbul Üniversitesi merkez binasının yerindeki Genelkurmay Karargâhı’nda tümenini arıyordu. Kimse 19. Tümen’in nerede olduğunu bilmiyordu, hatta böyle bir tümenin varlığından bile haberleri yoktu.
"O KAPININ TARİHE TANIKLIĞI DEVAM EDECEKTİ"
Son girdiği odada kurmay heyetinden bir subay, “Yarbayım, bu tümeni siz oluşturacaksınız” dedi. Yarbay o kapıdan çıktı, meydana bir göz attı. İçinden yetiştiği Osmanlı Ordusu’nu düşünüyordu. Olmayan “ihtiyat tümenini” oluşturacaktı. Yürüdüğü caddenin ismi henüz 16 Mart Şehitleri Caddesi değildi. Ama olacaktı. Tarihi üniversite, İstanbul’un işgaline de, 16 Mart sabahı 10. Kafkas Tümen Karargâhı’nın bulunduğu Şehzadebaşı Karakolu baskınına da tanıktı. İngiliz işgalciler sabaha karşı uykularından uyandırdıkları, aralarında mızıkacıların da olduğu askerleri kurşuna dizmişti... O kapının tarihe tanıklığı devam edecekti. Yine bir 16 Mart günüydü; 1978’in Mart’ı. Gökyüzünün pusu, soğuğu, gerginliği aşağıya inmiş, her adımda, her nefeste kendini hissettiriyordu. “O tarafa gitmeyin, tuzak var!” diye bağırsak, sesimizi duymayacaklardı. Geleceğin avukatları, iktisatçıları “zorla ikna edilerek” o kapıdan çıkarıldılar. Birbirlerine yaslanmışlardı.
Günün olağan akışına ters olgular bir aradaydı. Yine de o tuzağa yürüdüler; biri “bombaaa” diye bağırdı. İstanbul, 16 Mart Perşembe günü birbirinden kopukmuş gibi gözüken ama bir çok noktada kurulmuş toplu tuzağı aynı anda yaşıyordu. Çapa Öğretmen Okulu’nun yanındaki lojmanından çıkan Birinci Şube’nin ünlü âmiri Uğur Gür silahlı pusuda yaralanıyordu. Ekiplerin tümü, 08.20’de silahlarını ateşleyen üç kişinin peşine düşmüşlerdi. O güne ilişkin sayısız tuzaklardan biri de Kadıköy Ticaret Lisesi’ndeydi. Okulu basanlar bir lise öğrencisini, Mehmet Nuri Ayyıldız’ı gözlerini kırpmadan öldürüyorlardı.
16 Mart sabahı için birileri düğmeye basmıştı. Çünkü İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde de benzer saldırılar gerçekleşiyordu. Öğrencilere hem ülkücüler, hem polis saldırıyordu; direnenler gözaltına alınıyordu. Hukuk birinci sınıf öğrencisi olan Hasan Fehmi Tekin, 44 yıl sonra o güne ilişkin bana “Ne olacaksa bugün olsun, gözaltındaki arkadaşlar serbest bırakılsın istiyorduk. Hamit Akıl’ın (Bir kaç saat sonra öldürülecek) kantinin önünde bir konuşma yaptığını hatırlıyorum.” diyecekti.
Üniversitenin simgesi olan Atatürk ve Gençlik heykelinin önüne geldiler. “Polis, hiç de olağan olmayan şekilde bizim Beyazıt’a bakan ana kapıdan çıkmamızı istiyordu; gözaltına aldıkları arkadaşlarımızı o kapıda serbest bırakacaklarını söylediler.” Arkadaşlarını duyunca, “istemeyerek” de olsa “ikna” oldular. Heykelden ana kapıya ilerlerken üstlerine her yandan taş yağıyordu.
Hasan Fehmi Tekin henüz 18 yaşındaydı, Artvin’den gelmişti. “Arkadaşlar, biz birinci sınıfları genellikle grubun ortasına alıyorlardı.” Birinci sınıfları, ikinci, üçüncü sınıflar korumaya çalışıyordu. Hukuk öğrencisi Serhat Pekinel ise grubun daha önündeydi. Kapıdan çıkmaya başladıklarında sağa döndüler, kapının solunda ülkücüler birikmiş slogan atıyorlardı. Eczacılık Fakültesi’nin önünde onları bekleyen diğer arkadaşlarıyla buluşup Süleymaniye’ye gideceklerdi. Ülkücülerin, günler öncesinden başlayan “gününüzü göreceksiniz” tehditleri ister istemez rahatsızlık yaratmıştı. Gözlerini dört açmışlar, etrafa bakınıyorlardı. Tedirgindiler, tehlikeli bölgeyi geçmelerine az kalmıştı. Üniversitenin kapısıyla Eczacılık Fakültesi’nin kapısı arası sadece yüz adımdı. Eczacılığın önünden başlayan Besim Ömer Paşa Caddesi’ne girerlerse korunacaklardı. Birbirlerine yakın yürüyorlardı.
Abdullah Şimşek, Baki Ekiz, Cemil Sönmez, Hamit Akıl, Murat Kurt, Turan Ören, Hatice Özen arkadaşlarıyla Eczacılığın kapısına vardılar. Geriye dönüp baktılar; daha gelenler vardı. Tuzağın tam ortasındaydılar. Meydana yakın yerden, kısa boylu, esmer bir erkek fakülteye doğru koşmaya başladı. Öğrencileri takip eden bir polis, koşan kişinin elindekini fırlattığını fark ederek “bomba” diye bağırıp, kendini yere attı. Öğrenciler de gördü. Kaçamadılar, o caddeye giremediler. Bomba aralarına düştü.
O sırada Rektör olan Prof. Dr. Haluk Alp başkanlığında toplanmış senato üyelerinin bazıları pencerelerden her şeyi görüyorlardı. Bombanın yarattığı ağır tahribatla öğrencilerin bir kısmı ölmüş, çoğu yaralanmıştı. Ama bu yetmemişti! Beyazıt Karakolu’na yüz metre mesafede park etmiş araçları siper alan dört kişi, yaralanan, kaçan öğrencilerin üzerine mermi yağdırmaya başladı. Böyle vahşet görülmemişti.
Öğrencilerin kanları, Eczacılık Fakültesi’nin kapısının önünde bugün de durmakta olan mazgaldan içeri sızıyor, tüm şehir kanıyordu. “Bomba atılacağını hiç tahmin etmiyordum. Ayağa kalktığımda fakültenin önü kan gölüydü. Milli Savunma yurduna sığındık. Yeni fark ediyordum, pantolonumun paçaları yoktu. Ayakkabım parçalanmıştı. Kanamam vardı. Gitmek istediğimiz yönde Esnaf Hastanesi vardı, ameliyat gerekiyordu, ‘burada yapamayız’ dediler. Her yer yaralı doluydu. Cerrahpaşa’ya gönderdiler. Doksan dokuz şarapnel yarası tespit ettiler, etlerim de kopmuştu.” Avukat Serhat Pekinel’e 44 yıl sonra “O güne ilişkin aklında kalan bir tortu var mı?” diye sordum. Sanki soruma karşılık vermiyormuş gibi konuşmaya başladı: Bedenindeki bir şarapnel parçasının ucunun geçen yıl baş verdiğini, operasyonla alındığını anlattı.
16 Mart’ın “tortu”laşmadığını, hâlâ canlı, sıcak, taze; hatta yaraların kanamaya devam ettiğini anlatmak istiyordu. “Ama dur” dedi Pekinel, “ O gün Cerrahpaşa’ya Hatice’nin ailesi gelmişti, kızlarını arıyorlardı. Bir arkadaşımız onlara Hatice’nin (Özen) öldüğünü söyledi. Bu yıkıma tanık olmak çok acıydı.” Kayıtlara 41 öğrencinin yaralandığı geçti. Oysa, 17 Mart tarihli Cumhuriyet gazetesinde bu sayı, ölümlerin dışında 31’i ağır 100’den fazla yaralı olduğunu gösteriyordu. Avukatlara göre, yaralı bir çok öğrenci gözaltına alınmamak amacıyla hastanelere gitmemiş, isimleri kayda geçmemişti.
"HİSSETMEK İÇİN O DUVARLARA DOKUNUN..."
16 Mart günü acımasızca bombalanan, mermilere hedef olan öğrenciler, hem saldırıdan kurtulmak hem yaralıları hastaneye yetiştirmek için 16 Mart Şehitleri Caddesi’ne koşuyorlardı. Cadde adını, işgalin sabahında, 16 Mart 1920’de, İngilizlerin kurşuna dizerek şehit ettiği askerlerin anısından alıyordu. Bu kez o bilim kapıları, geleceği kuracak öğrencilerinin cansız, yaralı bedenlerine tanık oluyor, 472 yıllık Beyazıt Camisi, duvarlarına çarpan çığlıklarla irkiliyor, gözleri bu vahşeti yapanları görüyordu.
İstanbul’un öğrencileri, herkesin gözü önünde, öğlen biri yirmi geçe vurula vurula 16 Mart cehenneminden kaçıp, bir diğer 16 Mart Şehitleri’ne sığınmaya çalışıyorlardı. Yolunuz düşerse eğer, unutmamak, hissetmek için o duvarlara dokunun; on sekiz, yirmi yaşındaki çocuklarınızın çığlıklarını duyacaksınız...
"YARGIDA ÇOBAN ATEŞİ YAKTIK"
Dört yüz metre ötede, Süleymaniye’de arkadaşlarını bekleyenler arasında hukuk ikinci sınıf öğrencisi Cem Alptekin de vardı. O gün dersleri boş olduğu için sınıfça biraz daha erken çıkmışlardı okuldan. Patlama sesiyle irkildiler. Ardından, perişan halde koşarak gelen arkadaşlarını görünce anladılar her şeyi. Türkiye’yi yıkıma götürecek olan 12 Eylül'ün işaret fişeğini görmüşlerdi sanki. Katliam haberi İstanbul'a dalga dalga yayıldı. Birkaç saat içinde binlerce devrimci öğrenci toplandı Beyazıt Meydanı’nda. İstanbul Üniversitesi’nin merkez binasını işgal ettiler.
Bu vahşetin hesabı bir gün mutlaka sorulacaktı. Birlikte yemin ettiler, Cem Alptekin o yemini hiç unutmadı. Bu vahşetin arkası gelecekti. Bir ay geçmedi, öğrencilerin sevgilisi, “Uygarlık Tarihi” hocası Profesör Server Tanilli’ye ateş açtılar, felç bıraktılar. Kahramanmaraş vahşetini Abdi İpekçi, Ümit Yaşar Doğanay, Cavit Orhan Tütengil, Gün Sazak, Kemal Türkler cinayetleri ve diğer katliam ve cinayetler izledi ve 12 Eylül darbesi geldi....
Aradan on yıl geçti. Cem Alptekin artık avukat olmuş ve üstü kapatılan 16 Mart dosyasını yeniden açmıştı. Alptekin kendisi gibi avukat olan arkadaşlarıyla bir araya gelerek, 1988’de, yine bir 16 Mart günü kamuoyunun önüne çıktılar. Dosyayı yeniden açtıklarını; arkadaşlarının hesabını yargı önünde sorabilmek için, yeni delillere ihtiyaç duyduklarını, katliama ilişkin bilgisi ve görgüsü olanları tanıklık yapmaya, ellerindeki bilgi ve belgeleri kendileriyle paylaşmaya davet ettiler.
Beklemedikleri bir anda kapıları çalındı: “Ben bu katliamı yapanlardan birinin kardeşi Mehmet Şakir İsot’um.” Anlattıkları kan dondurucuydu. O gün bombayı atarak 6 Mart gününü cehenneme çevirenlerden biri olan Unkapanı Ülkü Ocakları 2. Başkanı Zülküf İsot, ablasına, bombayı kendisinin attığını, “Öğrencilerin çığlıklarının peşini bırakmadığını” söylemişti. Teslim olacaktı. Ama bu hiç gerçekleşemedi. Memleketi Elazığ’ın Baskil İlçesindeki evinin köşesinde bulunan kahvehanede “kan kardeşim” dediği bir başka ülkücü tarafından öldürüldü. İsot ailesi konuştu, avukat Cem Alptekin ve arkadaşları adalet savaşını başlattı.
Yıl 1992'ydi... 44 yıl sonra, belki fikri değiştirmiştir diye tekrar sordum; 1 mayıs 1977 gibi, korkunç bir tablonun hesaplaşması yapılamamışken, 16 Mart katliamının sonuçlanmasını beklemiyordunuz sanırım “Bu bir Kontrgerilla eylemiydi. Kontrgerillanın mevcut adalet mekanizmasıyla mahkûm edilmeyeceğini biliyorduk ama, devlet içinde yapılanan bu suç örgütünü yargı önünde delillendirip, deşifre ederek, kamu vicdanında mahkûm edilmesini ve işlemez hale getirilmesini sağlayabilirdik.”
Belki ama Türkiye’de adalet yoluyla hesap sormak kolay mıydı? Yargıya böyle bir katliamın bilgisini verme durumunda olan kurumlar, “Omerta Yasası”na uydular. “Herkes, her şeyi gördü; adalet de görenler arasındaydı ama gerçeği oradan çekip alacak gücü yoktu.” Yıllarca süren dava, bir çok ilki gerçekleştirerek kamuoyunda ve hukuk dünyasıda çok ses getirdi. Örneğin; Türkiye'de siyasi saikle işlenen "adiyen adam öldürme davası", Yine de dava, kamuoyunda ve hukuk dünyasında bir hayli ses getirdi.
"SUSURLUK FAİLLERİYLE FİİLİ İRTİBAT"
Türkiye'de siyasi saikle işlenen "adiyen adam öldürme davası", ilk defa bir "Kontrgerilla" davasına dönüştü. Susurluk failleriyle fiili irtibat ilk kez bu davada kuruldu. Davanın müdahil avukatı Cem Alptekin, bu davada yaptığı savunma nedeniyle, davanın görüldüğü mahkemenin bir üst katında sanık sıfatıyla yargılandı. Alptekin'in yaptığı savunma nedeniyle hakkında dava açılmasına karar veren mahkemenin hakimi ise 16 Mart davasının görüldüğü mahkemeye başkan olarak atandı.
Dava nihayet 2008’de zaman aşımı gerekçesiyle düşürüldü. Katliam sonrası Üniversite binasını işgal ettikleri gün arkadaşlarıyla birlikte ettiği yemini hiç unutmayan Cem Alptekin, meslek hayatının yarısını 16 Mart Davası için harcadı, tehditler aldı, tehlikeler atlattı. Maddi-manevi çok bedel ödedi. Ama hiç geri adım atmadı.
44 yıl sonra bugün geriye baktığımızda “başardık” diyor. “Kurtuluş Savaşı’nda yakılan çoban ateşleri gibi, biz de bir çoban ateşini yargıda, hukuk dünyamızda yaktık. Davamızı örnek alıp, yeni çoban ateşleri yakacak daha çok hukukçu çıkacaktır.”
En Çok Okunan Haberler
- İBB, Bilal Erdoğan dönemindeki taşınmazları geri aldı
- Yeni Ortadoğu projesi eşbaşkanı
- Erdoğan'dan flaş 'Suriyeliler' açıklaması
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- 'Onun ne olduğunu iyi biliyoruz'
- WhatsApp, Instagram ve Facebook'ta erişim sorunu!
- Polis müdürlerine gözaltı: 'Cevheri Güven' ayrıntısı
- ‘Yumurtacı müdire’ soruşturması
- O ülke Suriye büyükelçiliğini açıyor!
- Araştırma: Olası bir savaşta Türkiye'nin kaybı ne olur?