Ayşe Yıldırım

Bugün hangimiz ölecek?

06 Ocak 2016 Çarşamba

Kurşunlu Camii’nin önü. İki sokağa çıkma arası zamanı. Cami yakıldıktan sonra gazetecilerin girişine izin verildiği günler. Bir grup gazeteci fotoğraf çekerken yanlarına bir kadın yaklaşır. Sur’da yaşayan kadın özellikle bir gazetecinin yanına gider ve kızmaya başlar:

“Niye doğruyu yazmıyorsun? Camiyi örgüt yakmadı, sen de biliyorsun kimin yaktığını.”

Muhabir ‘havuz’daki gazetelerden birinde çalışmaktadır. O da kadını terslemeye başlar. Bir anda etraf kalabalıklaşır. Gazeteci ile halk arasında tartışma hararetlenir. Diğer gazeteciler suskun bir şekilde izlerler olanları. Tartışmayı gören polisler yanlarına yaklaşır. Meselenin ne olduğunu anlayınca “Gazetecilere karışmayın” diye halkı azarlamaya başlar. Bununla da yetinmez tazyikli su sıkar.

“Utandım” diyor olayın tanığı gazetecilerden birisi: “Meslektaşımı koruyamadığım için utandım çünkü doğruyu yazmamıştı. Bizim yüzümüzden o insanların gaz ve su yemesi de canımı yaktı.”

Gazeteciliğin zor zamanları. Bu malum zor zamanlara bir de kurşun, gaz bombası, roket atar, tank, top eklendiğini düşünün... Hayır, hayır savaş muhabirliğinden söz etmiyorum. Türkiye topraklarının bir bölümünde yaşanan durumdan ve orada yapılan gazetecilikten söz ediyorum. Daha doğrusu yapılmaya çalışılan gazetecilikten...

Polisi çekene dayak

Habere gidersin polis başına silah dayar... Heyecanlı görünürsün gözaltına alınırsın... Kör bir kurşun gelmesin diye etrafı kolaçan ederken fotoğraf çekmeye çalışırsın. Polisi çekemezsin. Çekersen dayak yersin, çektiğin fotoğraflar silinir. Göstericiyi çekemezsin, kafana taş yersin. Bir daha seni olayların olduğu yere yaklaştırmazlar...

Bu yazıda o bölgelerde görev yapan gazeteciler yaşadıklarını anlatıyor. Ama ‘güvenlikleri’ için hiçbirinin adını okumayacaksınız. Sadece gazetelerde, internette okuduğunuz haberlerin nasıl yazıldığına, o gazetecilerin hangi koşullarda çalıştığına, haberlerinin nasıl tahrif edildiğine şahitlik edeceksiniz.

“1980’li, 1990’lı yıllara göre bugün bölgede gazetecilik yapmak zor”.

Bu cümle kıdemli yani o yılların tanığı olan tüm gazetecilerin ortak tespiti. “90’larda da çatışma vardı” diyor o gazetecilerden birisi: “Ama her iki taraf açısından da bu kadar zorlanmadım. 90’lı yıllarda bölgede yoğun çatışmalar olmasına rağmen biraz zorlayınca bölgenin birçok yerine gidebiliyorduk. Ama şimdi işler değişti. Koca bir ilçede sokağa çıkma yasağı uygulandığı için bizim de hareket alanımız kısıtlanıyor. Haber yapmakta zorlanıyoruz.”

Taraf yaftası

Bölgede gazeteciysen taraf olarak yaftalanmaktan kurtulamıyorsun. Nasıl ‘arafta’ gazetecilik yaptıklarını anlatıyor başka bir muhabir:

“Gazeteci olmak gerçeğin tarafında olmaktır. Bizim gibi gazetecilerin işi burada daha da zorlaşıyor. Havuz medyası ve devlet ajansı tek kaynaktan besleniyor. Halk onlara tepki gösteriyor; niye yazmıyorsunuz diye. Biz gerçekleri yazınca da polis tarafından hedef haline geliyoruz. Terör örgütüne yakın olmakla suçlanıyoruz. Yaptığımız haberler, imzalarımız izleniyor. Biz halkın yanındayız, yaşadıklarını yazıyoruz. Yazdığımız için de taraf olmakla suçlanıyoruz.”

En zoru da burada başlıyor belki... İki taraftan da haber almak ve doğrulatmak. Sokağa çıkma yasağı olan bölgelere gazetecilerin de girişi yasak. Tabii istisnalar hariç; AA’ya pozlar verilerek çekim yaptırılıyor ya da polis zırhlısına bindirilerek şehir turu attırılıyor...

Doğrulatma sıkıntısı

“Onlar emniyetin izniyle giden gazeteciler” diyor bir muhabir ve ekliyor:

“Ben gitmedim böyle haberlere. Sonuçta ona bağımlı kalıyorsun ve vatandaşla konuşamıyorsunuz. Yani size sunulanı çekip yazıyorsunuz. Kendi başımıza Cizre’ye, Sur’a, Silopi’ye gitmek istediğimizde ise izin verilmiyor. Olayları uzaktan izlemek zorunda kalıyoruz.”

O zaman da haberi doğrulatma sıkıntısı ortaya çıkıyor. Özellikle de sivil ölümlerinde. Resmi açıklamayla yetinmeyen gazeteciler her kaynaktan gerçeği öğrenmeye çalışıyor. Ama bağlı olduğu kurumun bakış açısı belirliyor asıl haberi. Bir gazeteci anlatıyor:

“Çatışma sırasında bir eve patlayıcı isabet etmişti. Sonuçta kim tarafından atıldığını bilmediğimiz için ‘kim tarafından atıldığı belli olmayan’ diye yazıyoruz. Ertesi gün gazetede direkt PKK’ye mal edildiğini okuyoruz. Bütün ölümlerin, bombalamaların, saldırıların doğrudan PKK’ye mal edilmesi de tabii ki yaşadığımız coğrafya itibarıyla bizi güç durumda bırakıyor. Açıkçası çatışmaların tam olarak nasıl gerçekleştiğini bilmiyoruz. Kimin kime bomba attığını, kimin hangi okulu, camiyi nasıl yaktığını bilmiyoruz. Ama resmi söylem hemen her şeyi anında karşı tarafa yüklüyor ve merkezler de bunu doğru kabul edip haberleştiriyor.”

Haber şaşkınlığı

Bir başka gazeteci devam ediyor: “90’larda yaptığımız haberler azıcık çarpıtılsa bile bir şekilde yer alıyordu gazetelerde. Ancak günümüzde merkez medya devleti zorlayacak haberler olunca devleti zorlamayacak hale getirmek için zaman zaman çaba sarfediyor. Ayrıca geçtiğimiz haberlerde PKK ve PKK’lilerle ilgili sözcüğün önüne ve arkasına ‘terörist’, ‘terör örgütü’ ibareleri konulmasına dikkat ediliyor. Bazen gazete veya internet sitelerinde çıkan haberleri görünce bayağı şaşırıyoruz. Çünkü bizim yazdığımızla hiçbir ilgisi olmuyor. Bu da gittiğimiz yerlerde bizi zorluyor. 90’larda teknoloji bu kadar çok gelişmemişti. Örgüt üyeleri ve sempatizanları haberleri pek takip etmiyordu. Günümüzde her şeyi anında takip ettikleri için gittiğimiz yerlerde ağır eleştirilerle karşılaşıyoruz. Sosyal medya da cabası. Hele orada hedef haline getirildiniz mi kendinizi bir daha aklama şansınız pek kalmıyor.”

“Sürece göre gazetecilik değişiyor buralarda” diyor başka bir gazeteci ve ekliyor: “Gazetecilik de kirlendi.”

İki tarafın da hedefindeler

Maaşlar düşük... Kimi gazeteciler bir yaygın basın için çalışırken yerel bir gazeteye de haber yapıyor. Öyle ki beş farklı gazeteye haber yapan gazeteciler bile var. Bir haber elbette farklı şekillerde yazılabilir ama aynı haber beş farklı ideolojiyle yazılır mı? Bu arkadaşlar yazıyor. “Ekmek parası” ilk gerekçeleri. İkincisi ise “Ahmet Hakan geri adım attı ben mi atmayacağım. Tahir Elçi susturuldu, biz mi susturulmayacağız” oluyor. Yani devlet korkusu.

“Zaten” diyor uzun yıllardır bölgede gazetecilik yapan deneyimli bir isim “örgütten çok devletten korkuyorum.”

“Habere gittiğimizde yanımızda siyah Rangerlar ilerliyor. Sakallı, 45-50 yaşlarında polisler etrafında. Korkuyorsun. Hem bölgede, hem Kürt, hem de gazeteciysen işin zor. Akşam eve giderken hangi sokaktan gitsem daha güvenli diye düşünüyorum.”

Birçok gazeteciden şu cümleleri duymanız mümkün: “Bugün ölür müyüm diye çıkıyorum evden. Bugün hangimiz öleceğiz diye bakıyoruz birbirimize.”

Can güvenliğimiz yok diyorlar. Haber yapmaya gittikleri zaman iki tarafın da hedefi haline gelebiliyorlar. Bir taraf (örgüt üyeleri, sempatizanları) onları düzenin, sistemin, devletin gazetecileri olarak görüyor. Diğer taraf (devlet güçleri) ise ortaya çıkan olaylardan onları sorumlu tutarak zaman zaman şiddet de kullanıyor. Tahir Elçi’nin öldürüldüğü gün yaşadıklarını anlatıyor biri:

“Tahir Elçi vurulduğu an oradaydım. Büyük bir panik yaşandı. Kurşunlar sağdan, soldan, kafamızın üzerinden uçuyordu. Can havliyle o sokaktan çıkmaya çalıştık ama bu kez sokağın başını tutan özel harekât polislerinin dipçiklerine maruz kaldık. Ağza alınmayacak küfürlerle saldırdılar bize.”

Maskeleri bile yok

Kurşunların, taşların ortasında çalışıyorlar ama birçoğunun gaz maskesi ya da çelik yeleği bile yok. Neden diyorum. “Batıdan gelen gazeteciler gaz maskesini takıyor, çelik yeleğini giyiyor. Bizde ikisi de yok. Maaşlarımız düşük, alacak paramız yok. Merkezden de gönderilmiyor. Alsak bile maskeyi taktığın anda göstericiler seni polis zannediyor. Onun için de takamıyoruz. Çoğumuzun sarı basın kartı da yok. Öyle olunca da her polis noktasında durduruluyorsun. GBT yapılıyor, kenarda bekletiliyorsun. İsterse bırakıyor seni. İstemezse bırakmıyor. O nedenle olay yerine gitmeyi düşünmeyen gazeteciler var artık.”



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Son bir soru ve veda 13 Eylül 2018
Siyasal yangın 30 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları