Anayasa Değişikliği Yolun Sonu mu?
Sayın Başbakan, 21 Nisan günü Sayın TBMM Başkanı ile yaptığı görüşmeden sonra bir açıklama yapmış, anayasa değişikliklerini ele aldıklarını belirtmiş ve değişikliklerin bireysel başvuru hakkı, siyasal partiler, seçim ve kamu denetçiliği konularında olacağını vurgulamıştır.
2003 yılından bugüne kadar geçen süredeki siyasal, hukuksal ve toplumsal gelişmelere bakıldığında, egemen değerlerde ne denli büyük değişiklikler yaşandığı görülmektedir. Gidiş, ne yazık ki, iyiye değil kötüye, aydınlığa ve çağdaşlığa değil karanlığadır. Dinsel değerler giderek yaşam biçimine egemen olmaktadır.
Anayasa Mahkemesi bu gidişin adını koymuş, 30.07.2008 günlü, 2008/2 (SPK) sayılı kararıyla, iktidardaki siyasal partinin “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğunu” saptamıştır. Ne yazık ki, böylesine önemli bir saptamaya karşın Yüksek Mahkeme kapatma yaptırımı uygulamamış, anayasal düzene aykırı davranış içinde bulunduğunu belirlediği siyasal partinin ülkeyi yönetmeyi sürdürmesine olanak sağlamıştır.
Bu durum, iktidardaki siyasal partiye, anayasayı değiştirerek kapanmadan kurtulma fırsatı yaratmıştır. Söz konusu siyasal parti, Yüksek Mahkeme’nin gösterdiği yoldan yürüyerek kendini anayasal rejime uygun duruma getirme yerine, anayasayı değiştirerek hakkında bir kez daha kapatma davası açılmasını önlemenin çabası içine girmiştir. Şunun unutulmaması gerekir ki, anayasayı değiştirmek isteyen siyasal parti, anayasal düzene aykırı davrandığı belirlenen bir parti olduğuna göre, yapacağı değişikliğin, kendi düşüncesi doğrultusundaki anayasal düzeni kurma yönünde olacağını söylemek yanılgı olmayacaktır.
İktidardaki siyasal partinin bu fırsatı yakalamışken üç değişiklik üzerinde duracağı değerlendirilmektedir. Laikliğin tanımının değiştirilmesi, siyasal parti kapatma yaptırımının uygulanamaz duruma getirilmesi, Anayasa Mahkemesi üye yapısını değiştirecek düzenleme yapılması…
1) Anayasada yapılacak birinci değişiklik, laikliğin tanımına ilişkin olacaktır. Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikleri arasında sayılan laiklik ilkesi, başlangıç ve 24. maddesinde tanımlanmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin çeşitli kararlarıyla oluşan görüşünü de göz önünde bulundurursak anayasal laiklik gereği; (1) din kuralları devlet işlerinde etkili ve egemen olamaz; (2) din, bireylerin manevi yaşamına ilişkin inanç bölümündeki yerinde, sınırsız özgürlük tanınarak anayasal güvenceye alınmıştır; (3) ancak, bireyin inanç ve ibadet yaşamına, kamu düzenini, kamu güvenliğini ve kamu yararını korumak amacıyla sınırlamalar konulabilir; (4) dinin, bireyin manevi yaşamını aşarak toplumsal yaşamı etkilemesine izin verilemez; (5) devlete, kamu düzeni ve haklarının koruyucusu sıfatıyla, dini hak ve özgürlükler üzerinde denetim yetkisi tanınmıştır.
Türk ulusunu çağdaş yaşam düzeyine ulaştıracak bu tanım ve içerik, kendisini “muhafazakâr demokrat” olarak niteleyen siyasal iktidarın işine gelmemektedir. Çünkü, anayasal denetim bu içeriğe göre yapılmakta, toplumsal dönüşümü sağlayacak düzenlemeler yaşama geçirilememektedir. Bu nedenle laikliğin, yeniden tanımlanarak “din ve vicdan özgürlüğü” düzeyine indirilmesine gereksinim duyulmaktadır. Eğer bu başarılırsa, laik Cumhuriyet rejimi, geri dönülmesi olanağı bulunmayan bir dönüşüm sürecine teslim edilmiş olacaktır.
2) Anayasada yapılacak ikinci değişiklik, siyasal partilerin kapatılmasını neredeyse olanaksız kılmaya dönük olacaktır. AB’ye üyelik umudu yokken ve hükümet yönünü Ortadoğu’ya çevirmişken siyasal partilerin kapatılmasına ilişkin değişiklikte Venedik ölçütlerinin esas alınacağının söylenmesi ve değişikliğin uyum amacıyla yapıldığı izleniminin yaratılması çok düşündürücüdür.
Yapılacak değişiklikle, eylemlerin kapatma nedeni olabilmesi için “şiddet içermesi” ve kapatma davası açılabilmesi için “TBMM’nin onayının alınması” koşullarının getirilmesine çalışılacağı anlaşılmaktadır. Bu değişikliğin, evrensel parlamenter demokrasinin gerekleri ve erkler ayrılığı kuramıyla bağdaşmayacağını belirtmek gerekir. Şiddet içermeyen eylemlerin parti kapatma nedeni sayılmaması, rejimin kendini koruma düzeneğini ortadan kaldıracaktır. Çünkü, parti kapatmanın en önemli gerekçesi, o siyasal partinin anayasal düzene aykırı eylem ve davranış içinde olmasıdır. Yasama ve yürütme erkinde çoğunluğu ele geçiren bir siyasal parti, şiddete başvurmaya gerek duymadan, yasama ile koyacağı kurallar, yürütme ile yapacağı uygulamalarla anayasal düzeni dö- nüştürme gücüne erişecektir. 2003-2009 dönemi bunun örnekleriyle doludur. Mahalle baskısı ya da toplumsal baskı nedeniyle “manevi cebir ve şiddet” içeren ve iktidar gücünden beslenen bu eylem ve davranışların, toplumsal ve kamusal düzeni ne denli değiştirdiği çıplak gözle görülmektedir. Yaşanan değişimin, laik demokratik Cumhuriyet karşıtı niteliği açıktır. Durum böyle iken parti kapatmaya neden olacak eylemde “şiddet” öğesi aranması, kapatma yaptırımını ortadan kaldıracak ve rejimin kendini koruma refleksini yok edecektir.
Öte yandan, çağdaş demokrasilerde, yasama ve yürütmenin özellikle tek parti egemenliğinde olduğu dönemlerde, iktidar gücünün “çoğunluk diktasına” dönüşmemesi için hukukun üstünlüğü ilkesi kabul edilmiş ve yargı denetimi zorunlu görülmüştür. Kapatma davası açılabilmesinin Meclis onayına bağlanmasının, yargı denetimini ortadan kaldırma anlamına geleceği açıktır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın kapatma davası açma konusundaki takdir yetkisinin denetime bağlı olmadığını ileri sürmenin hiçbir mantıksal doğruluğu da yoktur. Çünkü, açılan davanın denetimi doğrudan Anayasa Mahkemesi’nce yapılmaktadır. Yüksek Mahkeme dışında bir merciin denetimi ise yargıyı etkisizleştirmek anlamına gelecektir.
3) Anayasada yapılacak üçüncü değişiklik, Anayasa Mahkemesi’nin üye yapısına ilişkin olacaktır. Başbakan’ın son söylemlerinden, “bireysel başvuru hakkı” tanınmasının bu değişikliğe gerekçe yapılacağı anlaşılmaktadır. Oysa, iktidar ve ana muhalefet partileri dışında yasama meclisindeki siyasal parti gruplarının, TBMM’de grubu bulunan siyasal partilerin, son milletvekili genel seçimlerinde geçerli oy sayısının en az yüzde onunu alan siyasal partilerin, kendi varlık ve görevlerini ilgilendiren alanlarda Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi ve üniversitelerin Anayasa Mahkemesi’ne doğrudan iptal davası açma hakkı yokken, bireysel başvurudan söz edilmesi inandırıcı olmaktan uzaktır. Göstermelik gerekçe yaratma çabası olarak algılanmalıdır.
Gerçek amaç; iş yükünün artacağını bahane edip Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısını arttırmak, TBMM’ye Anayasa Mahkemesi’ne üye seçme hakkı vermek, böylece Yüksek Mahkeme’nin üye oluşumunu değiştirerek konulara siyasal iktidarın yaklaşımıyla bakacak üyeler aracılığıyla laiklik, türban, parti kapatma gibi rejimin temeliyle doğrudan ilgili kavram ve değerlerin farklı yorumlanmasına olanak sağlamaktır. Böylece, anayasal laik düzeni korumak işlevi bulunan Anayasa Mahkemesi bu iş- levinden uzaklaştırılmış olacaktır.
Şunu da belirtmek gerekir ki, laikliğin anayasal tanımına dokunulmasa bile, diğer iki değişiklik, İslamla demokrasinin birlikte yaşaması için koşul olan yukarıdaki laiklik tanımına veda edilmesi için yeterli olacaktır. Bu, “sivil darbe”yle gerçekleştirilmiş karşıdevrim anlamına gelmektedir. Böyle bir anayasa değişikliğine olur vermemek, siyasetçisiyle, hukukçusuyla Atatürk ilke ve devrimlerini savunan, yüreği laik, demokratik Cumhuriyet için atan tüm yurttaşların görevidir.
En Çok Okunan Haberler
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Nevşin Mengü hakkında karar
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- AKP’nin tabutu CHP sıralarına kondu
- MHP'den 'asgari ücret' önerisi