'Aşk ve memleket insana neler eder'

Kemal Varol'un yeni romanı "Ucunda Ölüm Var", aşkının izlerini arayan bir ağıtçı kadının peşinden Tanpınar'ın beş şehrini de içine alarak İslamcısından askerine, gerillasından ülkücüsüne, kendi olamadıkları için başka kimlikler kimliklere mahkum olan hayatların ucuna değiyor. Varol'la romanını Sibel Oral konuştu.

'Aşk ve memleket insana neler eder'
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 14.01.2016 - 16:04

Kemal Varol'dan "Ucunda Ölüm Var"

'Aşk ve memleket insana neler eder'

- Ağıtçı kadın geleneğinden, senin tarihindeki yeri ve romanda vücut bulmasının öneminden başlayalım istersen...
Ağıtçılığı bir meslek olarak yapanlarla hiç karşılaşmadım. Yaptığım araştırmalarda bir tek - - - Orta Anadolu’da birkaç ağıtçı kaldığını öğrendim. Onlar da artık bunu bir meslek olarak yapmıyorlardı. Ama öte yandan ben ağıdın güçlü bir yer tuttuğu bir kültürden geliyorum. Belki bir meslek olarak bunu yapmıyordu ama zihnimi yokladığımda hemen hemen her şey için ağıt yakan bir anne imgesi var hayatımda. Örgü örerken, evi temizlerken bir yandan da mır mır ağıt yakan bir kadın… Bir de Diyarbakır’da bir taziye evinin üst katında oturuyorum yıllardır. Genellikle haftada üç gün açık oluyor bu taziye evi. Bazen bir taziye biter bitmez, bir yenisi kuruluyor. Yıllardır, hemen alt katımdaki taziye evinde yakılan ağıtlar, edilen dualar evimin içinde yankılanıyor. Pencereden aşağıya bakarken duyup gördüklerim beni böyle bir fikre itti belki de. Fakat bir yanıyla benim için yıllardır beklemiş bir kitaptı bu. Ağıtçı Kadın, belki çok silik bir kahraman olarak diğer romanlarımda da var. Galiba bu kadının hikâyesini ta en başından yazmayı planladım. Öte yandan, ağıtçılar sadece ölenin arkasından ağıt yakmaz, aynı zamanda iyi birer hikâye taşıyıcısıdır. Bu yanıyla, benim gibi hikâye anlatmayı seven biri için büyülü bir yanı var. Ama her şeyden önce, galiba en temel derdim bu topraklara son bir kez olsun bir ağıt yakmaktı. 

- “Herkesin ömrünü hikâye ederken kendi ömrüne bir cümle kuramamış olan ben” diyor Ağıtçı Kadın. Kendi deyişiyle “Her sabah ölüm kusan memleketin üzerinde bir bulut kümesi gibi gezinip duran acılar”ı taşıyan bu kadın, “insan başkasına ağlamaz ki hiç. Yalnızca kendine ağlar. Ama ben kendime de ağlamam” diyor. Bizi romanın ve hikâyelerin peşinden sürükleyen bu kadının hikâyesine seni götüren neydi?
- Herkes bir kayıp duygusuyla yaşıyor. Kimi zaman bir insan oluyor bu, kimi zaman bir duygu. Roman kahramanım, elli yıl boyunca bir adamı aramış, türkülerde izini sürmüş, onu başkaları için yaktığı ağıtlara saklamış bir kadın. Bu kahraman üzerinden eksik kalmış, tamamlanmamış, ukde kalmış bir aşk hikâyesi anlatmak istedim. Türkülerde, halk hikâyelerinde, masallarda kalmış, günümüz insanının anlamakta zorlanacağı aşkın izini sürmek istedim. Ama temel derdim keşke sadece aşk olsaydı. Aşk ve memleket insana neler eder, onu anlamaya çalıştım bir bakıma. 

- Aslında ağladığı kendi de değil, bir türlü bulamadığı adama, Heves Ali’ye ağlıyor Ağıtçı Kadın. Kayıp bir aşkın hikâyesi gibi görünse de bana kalırsa “memleket hikâyeleri”nin hikâyesi var romanda, sen ne dersin?
- Bizim gibi ülkelerde yaşayanların kaderidir. Hiçbir zaman saf, katıksız bir hikâye anlatamazsınız. Bir şeyi anlatırken başka bir sürü şeyi daha anlatmak zorunda hissedersiniz kendinizi. Ülkenizde olup bitenler gelip omzunuza çöker her seferinde. Yazarken, daima başka sorunlar da gelip metninize sızar, varlığını belli eder, hatta giderek metninizi ele geçirir. Görünürde bir aşk hikâyesi anlatıyor kitap, haklısın. Ama benim asıl derdim Ağıtçı Kadın’ın aşk hikâyesi üzerinden bu ülkedeki kimi meseleleri metnime taşımaktı. Bir türlü kendi olamayan, olmasına izin verilmeyen, kendisine zorla giydirilen elbise her seferinde bir yerinden pot yapan, giderek bir tür kendi olamama sorunuyla yazgılı, sahtelikle yaşamaya mecbur olan bir memleketin doğasını anlamaya çalıştım belki de. 

- Haw’da bir cümle vardı: “Doğa taraf tutmaz çünkü. Kendisine sığınanların haklı ya da haksız olduğuna bakmaz.” Ağıtçı Kadın’da da “doğa”nın tavrı var; hiç kimsenin hiçbir sıfatına bakmadan, herkesin yasını tutmaya bir tür taraf tutmazlıkla yaklaşıyor Ağıtçı Kadın.
- Bu ülkenin meselelerine eğilirken elimden geldiğince serinkanlı olmaya, anlamaya, peşin peşin yargılamamaya çalışıyorum. Tıpkı doğa gibi taraf tutmamaya çalışıyorum. Kahramanımı bu yüzden olup bitenlere karşı dilsiz kıldım belki de. Romanda, Ağıtçı Kadın için varsa yoksa aradığı adam. Ama öte tarafta kaynayıp duran, birbirine zinhar benzemeyen ülkenin farklı şehirleri var. Ülkücüsünden İslamcısına, askerinden gerillasına kadar türlü insanlarla karşılaşıyoruz. Gülünecek halimize ağlıyoruz bu ülkede. Bu yüzden bu acı hikayeleri ironi yardımıyla dengeleme yoluna gittim.

“ZORUNLULUĞUM GİDEREK TERCİHİM OLDU”
- Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü alırken yaptığın konuşmada “Doğrudan anlatmak yerine, hep kıyısından köşesinden anlatmayı, meseleyi dilin içine saklamayı, sembollere sığınmayı” tercih ettiğini söylemiştin. Doğu’nun anlatı geleneğinde doğrudan anlatım yok, ima var. Sembollere ve alegorik anlatıma sığınmak tercih mi yoksa zorunluluk mu?
- Zorunluluğum giderek tercihim oldu bir bakıma. Doğrudan anlatmama meselesini aşmak için her seferinde başka bir imkâna sığınmak zorunda kalıyorsunuz. Öyle değil de böyle anlatmak için kıvranıp duruyorum her seferinde. Şüphesiz, bu sorun sadece bana ait değil, her yazar bunun sıkıntısını yaşar. Ama ben ne yaparsam yapayım, ne kadar uzaklaşmak istersem isteyeyim, sonuçta politik dertleri olan biriyim. Dahası, çok önemli bir politik merkezin tam ortasında yaşıyorum. Her gün tanık olduğum görüntüler, anlatmak zorunda olduğum meseleler, yükümlülüklerim var. Ama bu meseleleri en iyi şekilde anlatma yükümlülüğüm de var bir yandan. Kendimi her seferinde başka bir imkânın arkasına gizleme, sözümü doğrudan değil de dolaylı kanallardan söylemek zorundayım. Metnimi bir yanıyla politik bağlılıklarımın tuzaklarından korumak zorundayım. Güç bir şey bu. Romanda anlattığım kahramanlardan biri hariç, hemen hemen hepsi benimle aynı derdi taşıyor. Kendi olamadıkları için başka bir imkâna sığınıyorlar. 

- Romanda Ağıtçı Kadın Erzurum, Konya, Bursa, İstanbul’u dolaşıyor. Soracağım soruyu az çok tahmin ediyorsun; Tanpınar’ın Beş Şehir’ine geleceğim ama burada Ankara yok. Ses benzerliğiyle Ankara’yı çağrıştıran Arkanya var. Ama Arkanya senin diğer romanların dışında haritalarda yok... Ankara’nın yerine Arkanya’yı yazmak zorunluluktan öte tercih miydi?
- Kimi yazarların bu türden hayali veya gerçek toprakları vardır. İçini nispeten çocukluğumun kasabasıyla doldurduğum bu kasabayı Ankara’yla değiştirdim. Arkanya benim için tahkim edilmiş bir başkent bir bakıma. Herkesin başkenti doğduğu yerdir. O yüzden Ankara yerine Arkanya’nın hikâyesini anlatmak istedim. 

- Tanpınar’ın anlattığı Beş Şehir’le Ucunda Ölüm Var’ın anlattığı beş şehir arasında farklar var. Senin Beş Şehir’in “ötekiler”in Beş Şehir’i gibi Yanılıyor muyum?
- Beş Şehir, hiç şüphesiz Türkçenin görkemli metinlerinden biridir. Tanpınar, bu kitabında anlattığı şehirlerden ziyade görkemli bir geçmiş ve üslup derdindedir sanki. Bir yanıyla Tanpınar’ın medeniyet tasarımının ipuçlarını da verir kitap. Bense, Tanpınar’ın yaklaşık altmış yıl önce anlattığı bu şehirlerin öteki yüzüne bakmak istedim belki de. Onun metniyle kendimi kıyaslamak gibi bir derdim yok. Ama Beş Şehir’de eksik kalan bir şey vardı bence. Bu şehirlerin doksanlı yıllardaki halini, bulvarlarını değil de ara sokaklarını, Tanpınar’ın anlatmaya değer görmediği sıradan insanlarını, kirli hallerini anlamaya çalıştım bir bakıma. Tanpınar’ın bir türlü anlatmaya yanaşmadığı ya da üslubuyla gizlediği şehirlerin o soğuk gerçekliğine bakmak istedim. Benim yapmak istediğim, bu toprakların asıl ruhunu ortaya çıkarmaktı bir bakıma.

“TÜRKİYE, YURTTAŞLARINI FAZLASIYLA YORAN BİR ÜLKE”

- Konya’da dini bütün demiryolcu bir adamı, Bursa’da bir Ermeni’yi, İstanbul’da devletini çok seven bir askeri, Erzurum’da ülkücü Como Emmi’yi, Arkanya’da dağa çıkan Ümit’in hikâyelerini öğreniyoruz. Tüm bu kişileri birbirine lehimleyen nedir sence?
- Türkiye, yurttaşlarını fazlasıyla yoran bir ülke. Geçmişiyle, bugünüyle, gelecek tasavvuruyla yoruyor. Ülkenin doksan yıldır bir türlü içinden çıkamadığı, birini çözdüm derken bir diğeriyle uğraşmak zorunda kaldığı sorunlarını kısmen de olsa bu romana taşıma gibi bir derdim vardı bu kitaba başlarken. Roman kahramanlarına biraz daha yakından bakınca herkesin ölüme yakın asıl benliğine dönmek için nasıl can attığını görürüz. Ancak ölümle paklanabilecek bir ukdeleri var diyelim ya da. Lehim kelimesi önemli ama belki de tam da bu lehimlenme meselesi yüzünden roman kahramanları son bir çırpınışla kendileri olmaya çabalıyor. Onları lehimleyen şey, kendileri olmaya izin vermeyen, ona dar gelecek bir elbise biçen, toplumu her zaman kendi meşrebince şekillendirebileceğini zanneden otoriter baskılar aslında. Bu topraklarda herkes ölünce kendisi oluyor ne yazık ki. Bazen o bile olmuyor. 

- Herkes yasına Ağıtçı Kadın’ı “çağırırken” devlet onu İstanbul’a, Sedat Komutan’ın yasına zorla “götürüyor”. Devlet yasına dahi çağırmayan, “götüren” biri galiba...
- Bizde devlet böyledir ama. Halkının ayağına gitmez, onu ayağına çağırır. O da olmasa zorla ayağına getirtir. Ağıtçı Kadın, her şehre bir rüyanın yardımıyla giderken İstanbul’a zorla götürülüyor. O sahnede de bile isteye böyle bir yola başvurdum. Devletlerin, en azından bizim gibi ülkelerin bir yası olmadığı için bu haldeyiz belki de. Halklara sorsak bize bin şey anlatırlar ama devletlerin yası yoktur. Olsa olsa geniş zaman kipiyle kurulmuş sahte bir dili vardır. Arşiv kayıtları, sıra numaraları, kayıt defterleri vardır devletin. Ama bir sözü yoktur. 

- Gelelim o hikâyeye; ülkesini, devletini çok seven Sedat İlteriş Komutana... O Mardin Cezaevi’nin “kahraman”ı. Sonrasında bir halk otobüsünde öldürülen, bir “kanlı” tarihin de... Bize bir yanıyla hayli tanıdık gelen bir hikâye anlatıyorsun. Bu hikâyeyi gerçeklik ve temsil bağlamında ele alalım istersen...
- Bu hikâyenin beni romanda en çok uğraştıran hikâye olduğunu söyleyebilirim. Onlarca defa yeniden yazmak zorunda kaldım. Herkesin iyi bildiği bir hikâyeyi bambaşka bir açıdan görmeye niyetlendim. Kötülüğün sıradanlığını, sevmediğim bir adamı anlamaya çalıştım. Bir SS subayı gaz odasının düğmesine basıp akşam eve gidince ne hissediyordu mesela. Ya da, tankla sivilleri katleden bir asker o akşamı sahiden nasıl geçiriyordu. Ya da bu kitaptaki anlatmaya çalıştığım namlı işkenceciyi, tamam biz az çok biliyoruz ama eş dostu nasıl biliyordu? Kötülüğünü nasıl açıklıyordu insanlar? Yaptıklarının bir kötülük olduğunu sahiden düşünüyorlar mıydı? Ona hangi bahane veya kılıfı buluyorlardı. Sahiden pişmanlıkla mı örülüydü hayatları, yoksa bu onlar için sıradan bir eylem miydi? Peki kötülük fikri bir insana mı aitti, yoksa toplumu da arkasına almış mıydı? Onu anlamaya çalıştım.

“ŞİİRİ ÖZLEDİĞİMİ FARK ETTİM”

- Toplu Şiirler’i yayımlanan ve şiire erken veda edenlerdensin sen. Bu romanın ağıt bölümlerinde Kemal Varol’un da şairliğini, şiirle yeniden hemhal olduğunu görüyoruz sanki...
- Bu kitapta Ağıtçı Kadın’ın ağzından ağıtlar yazmaya başladığımda şiiri sahiden özlediğimi fark ettim. O ağıt parçalarına şiir demek zor belki ama bir zamanlar şiir yazmış olmanın katkısını gördüm yazarken. Necatigil, “bazı şiirler bekler bazı yaşları” der. Galiba bazı edebi türlerin de zamanla bağı var. 90’lı yılların sonunda, o çalkantılı dönemlerde şiir yazdım. Sonra ortalık biraz durulmuşken roman yazmaya başladım. Şimdi yeniden o kötü günlere dönmüşken yeniden şiire sarıldım galiba, bilemem. Ülkenin, Diyarbakır’ın zor zamanlar geçirdiği günlerde yazdım bu romanı. Ülkenin bir kısmında adı konmamış bir savaş yaşanırken roman yazıyor olmanın utancını yaşadım. Bu ülkede yaşananlara ağıt yakmaktan başka çaresi olmayan o kadın gibi, ben de ağıdımı yaktım bir bakıma. 

- Bütün romanlarında 90’lı yılları anlatıyorsun. Bu kitapta da öyle. Bugünü ne zaman anlatacaksın peki? Ona ne zaman sıra gelecek?
- 90’lı yılların savaş ortamını en derinden yaşadım. Tanık olduğum bütün o görüntülerin en azından benim içimde soğuması, yazıya dökülmesi yirmi yılımı aldı. Bugün yaşananlar çok daha farklı. Bu yüzden bugünlerin hikâyesi ancak kırk elli yıl sonra yazılabilir.

sibelo@gmail.com

Ucunda Ölüm Var/ Kemal Varol/ İletişim Yayınları/ 228 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler