Ayhan Geçgin'in yeni romanı: “Uzun Yürüyüş”

Ayhan Geçgin kendine özgü dili ve dünyası ile dikkat çeken bir yazar. Onu “Kenarda” ile tanımıştık, ardından “Gençlik Düşü” ve “Son Adım” adını taşıyan romanları geldi. Şimdi ise “Uzun Yürüyüş”. Romanı, Sibel Oral değerlendirdi.

Ayhan Geçgin'in yeni romanı: “Uzun Yürüyüş”
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 08.04.2015 - 11:26

Yere abanan adımların dünyasında

Dante, “Büyük bir acı içinde bulunduğumuz zaman, yok olmayı vahşi bir zevkle düşünürüz,” diyor. Ayhan Geçgin’in son romanı Uzun Yürüyüş’ü okurken -daha doğrusu romanın kahramanının bazen arkasından bazen de yanından yürürken- birincil çabam onun yok olmayı bu denli istemesinin ardındaki nedenleri çözmeye, bunlar için kafa yormaya, her hareketi ve düşüncesinden bir ipucu yakalayıp içinde bulunduğu acıyı çözmeye çalışmak oldu. Evet, kendini bir şekilde yok etmeyi düşünen ve uzun bir yürüyüşe çıkan bir adamın roman boyunca, yürümesine, yol almasına tanık oluyoruz Geçgin’in metninde. Önce belirteyim; Uzun Yürüyüş okunup, sayfa sonunda biten ve rafa kaldırılacak bir metin değil. Bir kere okunan bir metin değil. Neden? Kendi adıma şöyle diyebilirim; ben okumadım, daha gün ağarmadan yola çıkan kahramanla birlikte son sayfaya kadar yürüdüm. Onu izledim. Bazen arkasından bakakaldım, bazen yetişmek için hızlandım, bazen de onunla yan yana yürüdüm. Bu yürüyüş sahiden uzun bir yürüyüştü ve varılacak somut bir varış noktası var mıydı yok muydu bilmiyordum. Geçgin, varacağı yeri yazarken biliyor muydu, pek fikrim yok, romanın kahramanının da yoktu. Ve somut olarak aslında vardığı bir yer de yok. Ve işin güzel yanı ise tüm bunların bir önemi yok. Çünkü bu yürüyüş kanaatimce insan olmanın bıkkınlığının üzerinden geçen, anlama ile anlamama duraklarında nefes kesen, varlığı sorgulayan, varoluşuyla saç saça, tırnak tırnağa geçen ama çoğu zaman da sessizce geçen bir yürüyüş.

YERE ABANAN ADIMLARIN DÜNYASI

Şu ana kadar okuduklarınız kafanızı karıştırmış olabilir. Eğer öyleyse bu iyi. Karışmış kafadan daha iyisi yoktur çünkü düşünürsünüz. Bu romanda kahramanın ve anlatıcının kendine sorduğu sorular, bence aynı zamanda okuyanına da, insanlığa da sorduğu sorular.

“İnsan sesinden duyduğum bu acı nereden geliyor? (…) İnsanın yalnızca kendi gücüyle, bu dünyada var olması olanaklı değil mi? Çevresindeki insanlardan aldığı güçle değil, onaylamalar, sevgiler, nefretlerle değil, kendi içinden doğan güçle (…) herkesin bir kimsesi olmak zorunda mı? (…) Kalabalığa bakıp nasıl bir kalabalık bu, diye kendine sordu, nasıl bir dünya bu? Aklında insanlar değil, sadece geçip giden ayakların hareketi kalıyordu. Ayaklara bakılırsa hızlı ayakların dünyası, yere abanan adımların dünyasıydı bu…”

Kahramanın sorduğu “İnsanın yalnızca kendi gücüyle, bu dünyada var olması olanaklı değil mi?” sorusu roman, yani yürüyüş boyunca kafamda çok kez tekrarlandı. Sahiden de insan çevresindeki insanlardan aldığı güçle değil, onaylamalar, sevgiler, nefretlerle değil, kendi içinden doğan güçle yaşayabilir mi? Ya da bir insanın, hele ki bu çağda derdi neden bu olsun? Tamamıyla saf bir tek başınalık… Mümkün mü, gerekli mi?

Metinler metinleri, kitaplar kitapları çağırır. Bazı metinler vardır ki korkutucu olduğu kadar kışkırtıcıdır da sorduğu sorularla. İşte bu soruyu soran ve okura sorduran Uzun Yürüyüş’ü elimden bırakıp başka bir kitaba doğru yürüdüm. Yıllar önce okuduğum Rollo May’in Yaratma Cesareti adlı kitabından bir bölümdü bu.

“BU BENİM YOK OLMA ALIŞTIRMAM OLACAK”

''Zamanımızın bir özniteliği birçok insanın tekbaşınalıktan korkmasıdır. Yalnız olmak, kişinin toplumsal bir başarısızlık içinde olduğunun işaretidir, çünkü kimse elinde olsa yalnız olmazdı. Bana öyle geliyor ki, modern telaşe uygarlığımızda yaşayan insanlar, radyo ve TV'nin sürekli bangırtısı arasında, kendilerini ister TV izleyiciliğinin edilgenliği cinsinden olsun, isterse konuşmanın, çalışmanın ve etkinlik için etkinliğin cinsinden olsun, her çeşitten uyarıya tabii kılarak, sürekli meşgaleler yüzünden bilinçdışının derinliklerinden çıkıp gelecek kavrayışlara yol açmayı gitgide daha zor buluyor. Şüphesiz bir birey usdışından- yani, deneyimin bilinçdışı düzeylerinden- korkuyorsa, sürekli meşgul kalmaya, çevresinde en yoğun gürültüyü muhafaza etmeye çabalar. Tekbaşınalığın kaygısını, sürekli kışkırtılan oyalanma ile önlemek, Kierkegaard'ın güzel bir teşbihle belirttiği gibi, geceleri tencere tava çalıp kurtları uzak tutmak için yeterince patırtı çıkartmaya çalışan ilk Amerikan göçmenlerinin tavrıdır. Bilinç dışımızdan gelecek kavrayışları yaşamımıza alabilmek için, kendimize tek başına olabilme yetisini kazandırmak zorunda olduğumuz açık.''
Bu bölümdeki “tek başına olabilme yetisinin” işaret ettiği yer Geçgin’in kahramanını anlama çabama katkısı oldu. Neden tek başına kalmak istiyor? Tek başına olmaktan, yalnız kalmaktan korkan bireyleriz. Ve gelişen dediğimiz, hayatımızı kolaylaştıran dediğimiz birçok “şey” sayesinde de bir yerlere yahut görüşlere ait olduğumuzu gösteririz. Mevcudiyetimiz, varlığımızın yegâne ispatı aidiyetten geçiyor. Geçgin’in kahramanı hiçbir yere/görüşe ait değil. Hiç kimsenin bir şeyi değil. Yarına ait olmadığı gibi düne de ait değil. Yanılsama, umut, beklentiler gibi “zırvalara” da ait değil. Ölüme mi ait peki? Bilmiyoruz ama bir yerde şöyle diyor: “Önceden, diye düşünmeyi sürdürdü, belki bir ölüydüm, ölmüştüm, belki hâlâ öyleyim, ölüyüm. Ölme işim bitmedi, ölmeyi sürdürüyorum. Yine de, sonunun nasıl biteceğini bilmediği bu girişimi, içinde hâlâ canlı bir şeylerin olduğunu söylemiyor mu? (…) Artık açık bir hedefi var. Şehrin dışına çıkmak, geniş bir ova, sessiz bir dağ eteği bulana kadar arkaya bakmadan yürümek. Sonunda, diye düşündü, her şeyi unutmak, insan olduğumu bile unutmak istiyorum. Kendimi parça parça, ip ip geriye doğru sökeceğim. Şimdi sessizleşeceğim, gözlerimi kapatacak, bir süre hiçbir şey düşünmeyecek, hiç kımıldamayacağım. Bu benim yok olma alıştırmam olacak.”

“ŞEHİR” VE “DAĞ”

Bir parantez açalım. Roman, “Şehir” ve “Dağ” adlı iki bölümden oluşuyor. Şehir parklarda, çöplerde, kalabalıkta, insan sesiyle sürüyor. Geçgin romanının esin kaynaklarından birinin Hüseyin Kıran’ın romanları olduğunu belirtmiş. Kıran’ın Benim Adım Meleklerin Hizasına Yazılıdır ve Gecegiden romanları geldi aklıma… Kıran’ın Ruhi Bey’i ve Gecegiden’deki hayatla ölümün varoluşla insanın (canlının) kendini didik didik etmesi geldi. Uzun Yürüyüş ağır adımlarla fısıldaya fısıldaya ilerleyen bir metin. Şehir bölümünde kahramanın Gezi Parkı Direnişi sırasında polisler tarafından zalimce dövülmesi ve sonrasında “seni buraya çapulcular getirdi,” diyen doktor Selma’nın kahramana ona bir hayat sunmaya çalışması nafile bir çaba… Ki öncesinde çöp toplayıcılarıyla birkaç gün geçiren ve ona arka çıkmaya çalışan Mahmut’un çabası da nafile. Kahramanımız hiçbir şey istemiyor. Adı da dahil. Bu yüzden çöp toplayıcısı Mahmut adını sorduğunda ona Erkan, doktor Selma sorduğunda ise Mahmut diyor. Şehir bölümünde insan sesiyle sürerken Dağ bölümünde ise kendi iç konuşmaları dışında asıl ses doğaya ait. Salyangoz, toprak, ağaç, kırlangıç ve uçak sesi… Uçak; savaş uçağı. Dağda savaş var. Bölgede Kürtçe konuşuluyor ve tabii ki her şey şüpheli. Taş atan çocuklar, her yere karakol yapıyorlar diye yakınan köylüler, kendisiyle dalga geçen jandarmalar ve sonunda varılan dağın tepesinde zulümden kaçanlar, özgürlük için savaşan gerillalar…

Toprak yiyor, böcek yiyor, bilmediği otları yiyor. Mağarada yaşıyor. Delikte, çırılçıplak bazen. Sonra bir kız. Dilini bilmediği, zulümden kaçan akrabalarının ölü bedenlerini hayvanların parçaladığı, Kürtçe bilmediği için konuşamadığı ama ölümden kurtardığı bir kız çocuğu… Artık yürümüyor, bir dağın tepesinde ne yaşıyor ne de şehirdeki kadar sorular soruyor. Duruyor, günlerin çemberi dönüp duruyor. Bu sırada hayatını kurtardığı kızın “insanları” geliyor; gerillalar. “Dağlar bile özgür değildir, tutsaktır. Tüm doğa tutsaktır,” diyen gerillalar… Biri soruyor “Seni bu dağa ne getirdi?” diye adını bilmediği ve “meçhul adam” diye seslendiği kahramanımıza. “Bir hayat arıyorum,” diye cevap veriyor. Sonra, gerilla “Hayat özgür değilse, hayat değildir. İnsan dağa niye çıkar? Özgür değilse çıkar, özgürlüğü için çıkar. Sen buraya kadar doğrusun. Ama kanımca senin yolun çarpık bir yol olmuştur. Neden? Çünkü tek başına özgürlük olmaz meçhul adam, ondan. Tek başına kurtuluş olmaz, ondan” diyor ve “Halk özgürleşmeden olmaz, olamaz,” diye bitiriyor sözünü. Peki, ne yapacaksın sorusunun yanıtı ise “Bekleyeceğim!” oluyor.

OKUR VE METİN BAŞ BAŞA

Geçgin’in romanını derinlikli bir şekilde özetleyebilmek biraz güç. Çarçabuk okunan ve hakkında hemen, romanın derinliğini kısa sürede kavrayıp yazılacak bir metin değil. Romanı okurken çok kez “Ama neden?” diye soruyorsunuz evet ama bu sorunun yanıtını soracak “kimse” yok. Ağır adımlarla, insan olmaya, insan kalabilmeye değil de “canlı” olmaya ya da bunun dünya üzerindeki anlamına dair zaman zaman iç burkan zaman zaman da insanlığımıza dair sorular sorduran bir metinle karşı karşıyayız. Böyle metinlerin tırnak içinde “sorgulayıcı” yanının bazı tuzakları vardır. Dünyayı, insan olmayı, toplumu, bireyi çok şahane vurucu cümle ve sorularla daha doğrusu süslü aforizmalarla okuru bam telinden vurma çabasına girişebilir yazar. Geçgin, bunu yapmamış ki zaten onun edebiyatımızdaki duruşu -ne mutlu bize ki- izin vermez. Uzun Yürüyüş, üzerine yazara sorular yöneltilecek bir roman da değil, bunu romanı ikinci kez okuduğumda fark ettim. Soruları yazara değil, kendine yöneltiyorsun çünkü. Asıl muhatap sensin. Ve sanki yazar da yok gibi. Metinle, roman kişisiyle baş başa bırakıyor okuru, araya girmiyor ve o roman bitse de yürüyüş devam ediyor. Uzun Yürüyüş iyi bir roman, okuyup yürüyebilene ne mutlu…

sibelo@gmail.com

Uzun Yürüyüş/ Ayhan Geçgin/ Metis Yayınları/ 160 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler