Cevat Çapan'dan 'Son Duraktan Bir Önce'
Üniversite yıllarında kendini yıllarca sürecek bir edebiyat yolculuğu içinde bulan Cevap Çapan, yeni kitabı “Son Duraktan Bir Önce”de şiirine metinlerarası bir parentez açıyor. Çapan ile şiir evrenini, kendi deyimiyle “edebiyatın öğrencisi olma sorumluluğu”nu ve Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nü konuştuk.
‘Yazmak, denize atılan bir şişe gibidir'
- Hocam bir röportajınızda demişsiniz ki “Şiir gençken yazılır.” Size seksen dört yaşında bir şiir kitabı yayımlatan bu gençlik nereden geliyor? Oradan başlayalım.
- Ben mi demişim? Herhalde birinden duymuşumdur. Hoşuma gitmiştir, doğru gibi gelmiştir.
- Ama doğru değil midir?
- Belki de o sözün doğruluğuna bağlı kalmaya çalışmışımdır.
- Kaldığınız da açık…
- Ben de öyle düşünüyorum Ya da öyle hissediyorum diyeyim.
“ÇEVİRİ YAPARAK ÇIRAKLIK DÖNEMİ GEÇİRDİM”
- İlk şiir 1952’de basılıyor. Fakat ilk kitabın yayımlanması 1985. Nasıl açıklayabiliriz bunu? Bir bekletme süreci miydi?
- Şöyle açıklayabiliriz. Yani 1952’den diyelim ki 1954-1955’e kadar arada şiirler yayımladım yine. Ama 1953’le 1956 arasında Cambridge’de, üniversitedeyken çok büyük bir edebiyatla karşılaştım. Edebiyatın öğrencisi olmanın sorumluluğunu hissettim. Bu, insanı biraz ürkütüyor. Onlarla yarışamayacağını düşünüyorsun.
- Cambridge’de çok zorluk çektiniz mi?
- Tabii... İnsanın ana dili çok önemli. Ana dilinin konuşulmadığı bir yerde yaşamak zor. Her yabancı ülkede, ana dilinin kullanılmadığı her yerde sürgündesindir bir anlamda. Shakespeare’in II. Richard’ında bir sahne var. Vatana ihanetle suçlanan ve birbirini suçlayan iki kişi var. Kral da işin içinden çıkamayacağı için onları düelloya çağırıyor. Sonra ikisi de biraz suçlu olduğu için yarıda kesiyor düelloyu. Birini müebbet sürgüne, öbürünü beş yıllığına gönderiyor. O müebbet sürgüne gönderilen diyor ki “Ben ana dilimin konuşulmadığı bir yerde nasıl yaşayacağım?” En dokunaklı sözlerden biridir o. Ama Cambridge’de ben şöyle bir şey yaptım: İngiliz bir arkadaşıma “Yeşil Başlı Ördek Olsam Su İçmem Gölünüzden” türküsünü ezberlettim. Tabii rakı içmeyi de öğrettim ve böylece sürgünlük duygusundan biraz olsun kurtuldum.
- Neden bu az önce bahsettiğimiz yetersizlik, yaroşmaktan çekinme duygusu peki?
- Dünya edebiyatının büyük yazarlarıyla karşılaştım. Bir çeşit onların öğrencisi olduğumu hissettim. Tabii sadece günümüzde yaşayan şairler, yazarlar değil. Başlangıcından günümüze kadar tüm bir dünya edebiyatının devlerinin arasında bir öğrencisin ve bu edebiyatı da yabancı bir dilden öğrenmeye çalışıyorsun. Üstelik çevrende de böyle bir edebiyatın genç adayları var: Üniversitede Ted Hughes benden iki sınıf büyüktü; Sylvia Plath sıra arkadaşımdı. Yine o yıllardaki bir takım orta yaşlı olmaya başlamış şairler, ya oralarda dolaşmıştı ya da oralarda hocalık yapıyordu. Böyle bir ortamda insanın cesareti kırılıyor bir anlamda. Üstelik bu arkadaşlardan bazıları İngilizce dergi de çıkarıyor. Geleceğin önemli şairleri orada şiirlerini yayımlamaya başlıyor. Bana da “Sen de herhalde bir şeyler yazıyorsundur, katkıda bulunursun,” diyorlar...
- Sizden şüpheleniyorlar yani...
- Şüpheleniyorlar, evet. Tabii bu, hem yüreklendirme olarak da alınabilir... Fakat tabii arada gizli gizli bir şeyler karaladığım oluyor ama ortaya çıkarmaya cesaret edemedim herhalde. Derken, Türkiye’ye döndüğümde, bu kez buradaki büyük şairlerin arasında buldum kendimi. Onların dostu, arkadaşıydım. Oktay Rifat, Melih Cevdet ki daha lise yılarında çok hayran olduğum şairlerdi. Onlarla aynı masada oturmaya, aynı yolculukları yapmaya, dostluk etmeye başlayınca sanki ortaya çıkacak olgunlukta bir şey olmadan konuşmak olmaz diye düşündüm; çeviriler yaptım. Çeviriler yaparak bir çeşit çıraklık dönemi yaşadım diyelim. Bu çevirileri beğenenler çok oldu. Memet Fuat, şaka yollu “gizli şair” diye bir espri yapardı.
- Burada da şüphelenmeye devam ediyorlar...
- Evet... Bu gizli şairlikten kurtulmak gerekiyordu bir yerde ve sonunda kitap çıktı. Dön Güvercin Dön’le suçumu, günahımı itiraf ettim. Ya da günah çıkarmaya başladım.
“GENÇLERDEN ÇOK ŞEY ÖĞRENDİM”
- Günah çıkarma dönemi başlıyor: 1985’te yayımlanıyor ilk kitap. İlk kitapla da Behçet Necatigil Şiir Ödülü. Arada yine bir sürü plaketler... Erdal Öz Edebiyat Ödülü’ne kadar geliyoruz. Aradaki bu dönem nasıl geçti sizin için? Koca bir ömür...
- Bu geçen süreyi dostlukların çoğalması olarak niteleyebiliriz. Bir kere sevdiğim bir mesleğim vardı; hocalık yapıyordum üniversitede. 1960’ta ders vermeye başladım. Öğrencilerimin çoğuyla o yıldan günümüze kadar çok iyi dostluklarım oldu. Çoğuyla da bu dostluk hâlâ sürüyor. Bir aile oluşturuyorsunuz, büyük bir aile. Benim edebiyatla ilişkim de bir büyük aile ilişkisi olarak düşünülebilir. O nedenle yıllar hep böyle mutlu ilişkiler, mutlu dostluklarla geçti. Tabii şöyle bir çelişki de var: Çok kötü bir dünyada oldu bunlar. Dünya o kadar iç açıcı bir yer değildi. Bunların farkında olarak, bunlara direnç göstererek, karşı koyarak, bir dayanak noktası bulmaya çalışarak geçti yılalr. Bu konuda edebiyat, sanat büyük bir destek, güç kaynağı oluyor. O yüzden başka bir söyleşide, şiirin bir panzehir olduğunu da söylemiştim. Zehirli bir dünyada iyi edebiyat, her zaman insana dayanma gücü veriyor.
-Az önce gençlerden, öğrencilerinizden bahsettik. Neler öğrendiniz bu gençlerden, edebiyatınıza katkıları var mı?
-Hayata bağlanmayı ve gençliğin müthiş bir dayanışma gücü olduğunu... Gençlik sadece delikanlılık demek değil. Bilgelik sadece yaşla değil, yaşamaktan korkmamakla ilgili bir şey. Gençlik öyle bir cesaret kaynağı olabiliyor insanlar için. Her şeyi göze alabiliyorsunuz: Tehlikeleri, dostlukları, âşık olmayı, kalbinizin kırılmasını... Bütün bunlar bir birikim sağlıyor ve gençlerden yılmamayı öğreniyor insan. Gözlerinin parlaması gerektiğini öğreniyor. Sesisinin kısılmaması gerektiğini, türkü söylemenin; şarkı söylemenin, halay çekmenin güzelliğini öğreniyor. Coşkunun tükenmezliğini... Gençlik böyle bir şey ve gençlerle beraber yaşlanmamayı öğreniyor insan. Tabii yaşlanmayı da öğreniyor olabilir. Edebiyatıma kattıkları ve edebiyatla ilişkim bağlamında da alınabilir bunlar.
“EDEBİYAT GERÇEKLERDEN KAÇIŞ DEĞİLDİR”
- Kitaba adını da veren, Turhan Günay’a ithaf ettiğiniz şiirde, “Hem şiir bir kaçış mıdır tarihten, siyasetten,/ havasız bir sığınak o beylik curcunada?” dizeleri de şiirle aranızdaki ilişkiyi de açık ediyor sanki...
- Kaçış eylemi, gerçeklerden kaçış olarak düşünülebilir belki ama edebiyat, birçoklarının sandığı gibi gerçeklerden kaçış değildir. Bir çeşit, gerçeklerle yüzleşme sorumluluğunu yüklenmektir. Edebiyatla, sanatla uğraşmak bence kaçışın bu olumsuz anlamının tersine, sorumluluk yüklenme anlamına geliyor benim için. Bir yönüyle gerçekliğe kaçış, yönelme, sığınma olarak da düşünülebilir. Kendini bilen her dürüst yazar, kendisini “büyük insanlık”ın bir parçası olarak görür, görmelidir. Görebiliyorsa söz söyleme hakkı vardır, dinlenmeye değer bir yanı vardır. Bu nasıl ortaya çıkar? Büyük yazarları, şairleri okuduğumuz zaman açıkça kendini gösterir. Bakarsınız ki yazar hep doğrudan, iyiden, güzelden yanadır. Bunu tabii dolaysız biçimde söylemez. Bir eylem, bir olaylar bütünü, ilişkiler bağlamı içinde söyler. Öyle durumlar çıkarır ki karşına, öyle benzetmeler yapar, öyle simge ve imgeler kullanır ki siz birdenbire o gerçeğin anlamını söylenen sözlerle birlikte yaşarsınız. Yani yaşantı, sözcüklere dökülür. Yaşantının sözcüklere dönüşmesi de size bir çeşit yaşantı kazandırır, sizin için bir yaşantı olur.
“DOĞANIN ORGANİK BİR PARÇASIYIZ”
- Yavaş yavaş kitaba gelirsek... Şiirlerinizde doğayla bir iç içeliğiniz söz konusu hep. Son kitapta da böyle... Doğanın nasıl bir katkısı var mı şiirinize? Nasıl bir ses veriyor size?
- Doğanın kendine özgü bir takım sağlıklı yanları varken acımasız yanları da olabilir. Ama biz onun organik bir parçasıyız. Ondan koptukça, uzaklaştıkça kendi doğallığımızdan da uzaklaşıyoruz. Büyük şehirlerdeki hayatı düşünelim. Metropollerde yaşayan insanların güneşten nasıl uzaklaştığını, rüzgârları nasıl hissetmediğini, sözün özü doğayı yaşayamadığını...
- Hatta doğanın kendisi bir felaket olarak görülüyor. “Kar eserati geliyor!” gibi ifadeler...
- Büyük şehirler, şehir hayatı insanı insanlıktan uzaklaştıran bir şey olduğu için böyle bu. Bir de doğanın, kendine göre belli bir ritmi var. Bu ritim de çok önemli. Hızın artması, insanı güç durumda bırakan bir şey. Bazı kolaylıklar sağlıyor; gideceğiniz yere daha çabuk gidiyorsunuz uçakla ya da hızlı araçlarla ama o hız, doğal bir hız olmaktan çıkıp hayatın ritmini değiştiren, bozan bir şey olabiliyor. Doğanın kendisi gözümüze güzel görünen bir takım şeyleri daha iyi anlatmamıza yardım ediyor.
- Farklı imgeler sunuyor size değil mi?
- Evet. Çiçekler, bitkiler, kuşlar, ormanlar, göller, dağlar,denizler... Ibsen hakkında bir kitapta okumuştum. Ibsen, iskeleye gidip denize, yani suya bakarmış; derinliklerine. Çünkü çok şey düşündürürmüş ona. Onun gibi... Gökyüzü, mesela göğün bu kadar uçsuz bucaksız olması, yani uçsuzbucaksızlık... Bir çeşit sınırsızlık. İnsana kendi büyümesini, genişlemesini; kendi olanaklarının sınırlarını da hatırlatan bir şey. Ya da sınırsızlığını... Doğa insanın kendi gizil gücünün farkına varmasına yardım eder esasında. Bunu oturup planlayamıyor insan ama benim şiirime de yansımaları bu bağlamdadır.
“ŞİİRDE BİR RİTİM, EZGİ OLMALI”
- Doğayı algılayış biçimlerinizden konuştuk. Doğanın seslerinden bahsettiniz ancak bir başka ses de duyuluyor şiirlerinizin içinde gezinirken: Türk Sanat Müziği’nin, türkülerin sesi...
- Şiir, dille yapılır değil mi? Dili, yaşantıyı nasıl sözcüklere dönüştürüyoruz? Şiir, her şeyden önce ritimle sağlanır. Şiirde ses önemli. Şiirin bir ezgisel yönü var ve bu da ritimle sağlanıyor. Diyelim ki vezin, ölçü yahut uyak kullanmasan bile yine de bir ritim var şiirde. “Gemlik’ten öte denizi göreceksin sakın şaşırma!” sözlerinde de bir var ritim, “His var mı âlemde nekahet kadar tatlı” gibi bir aruz dizesinde de. Demek ki şiirde bir müzikalite, bir ezgisellik olması gerekiyor. Ama şiiri şiir yapan şeylerden biri de ressam gibi bir takım imgeler kullanılması. “Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta” diyorsun mesela. Orada bir renk, imge kullanıyorsun. Bir şeyi bir şeye benzetiyorsun. Her şeyin ötesinde ise dili öyle bir cambazlıkla, öyle bir hünerle kullanıyorsun ki ancak o dilde söylenebilen bir şeyi yazabiliyorsunuz. Bütün bunlar doğayla kurduğun, hayatla kurduğun, insan ilişkileriyle kurduğun bir yaşantı bütününden çıkabiliyor ortaya. Bunu yaparken de bir şeyi öyle yoğun yaşıyorsun ki bunu dile getirmek istiyorsun ve eğer ifade edebilecek bir yaratıcı gücün varsa o zaman helvasını yapıyorsun bu işin.
-Şöyle bir söz var sizinle ilgili: “Şiir olmayacak şeyi şiir yapar,” diye...
- Ne diyelim? Abartı da bir sanattır elbet...
“ŞAİRLER BİRBİRLERİNDEN ESİNLENİR”
-Peki, söyleşinin başlarında çeviriden bahsettik. Şiir yazmaya şiir çevirerek başladığınızdan konuştuk. Şiir yazma sürecinizi, daha doğrusu şiirinizi nasıl etkiledi bu?
- Bütün şairler birbirinden yararlanır. Buna metinlerarasılık diyorlar. Sizin yaşadığınız bir şeyi, benzer bir yaşantıyı Brezilyalı bir şair o kadar söylenmesi gerektiği gibi söylüyor ki siz, bir takım şeylerin nasıl söylenebileceğini ondan öğreniyorsunuz ve benzer bir şeyi siz de söylüyorsunuz. Ya da diyelim ki birisinin edâsı ya da bir şiirindeki bir söz hoşunuza gidiyor. Ona benzer bir yaşantıyı yaşadığınız için onu ödünç alıyorsunuz. Benim şiirlerimde başka şairlere göndermeler çok var.
- Bu da edebiyat dâhlinde zaten...
- Tabii, yani mesela “Bin kulaklı gece” diye bir söz Sappho’da geçiyorsa onu sen kullanıyorsun bir yerde. Homeros “Şarap rengi deniz” demişse bunu kullanmamak olurmu?
-Bir de siz şiirle konuşan bir insansınız. Hâliyle öyle düşünüyorsunuz, mısralarla cevap veriyorsunuz insanlara. “Bu nasıl şiire yansımayacak?” sorusu da geliyor tabii akla...
-Tabii, örneğin bazı kitap adlarını düşünelim. Bunların çoğu, kendilerinden önceki bir takım yazarların, şairlerin söylediklerinden esinlenerek konmuştur. Proust’un bir romanı İngilizceye çevrilirken adını Shakespeare’in sonesinde geçen bir dizeden almış. Çünkü o kadar oturuyor ki oraya. Kimse “Ne yaptın?” demiyor, diyemiyor.
- Son olarak; Erdal Öz Edebiyat Ödülü ne hissettirdi?
- Sevindim tabii. Çünkü şöyle bir şey var. Yazarlara soruyorsun. Toplum için mi yazıyorsun, sanat için mi yazıyorsun, filan. Birçoğu da diyor ki kendim için yazıyorum. Bu tabii benmerkezcilikten kaynaklanan bir şey değil. Gerçekten herkes biraz kendi sorumluluğunu hissettiğinden “Kendim için yazıyorum”, der. Ama tabii başkaları için de yazılır. Yakınları, eşi, dostu için de yazıyordur. Bilmediği okurları için de... Yani yazdıklarınız denize atılan şişe gibidir. Onun için birdenbire böyle bir ödülün verilmesi sizi bir takım insanlarla yeniden bir araya getiriyor. Birlikte olduğunuzu hissediyorsunuz. Bu birlikte yaşamak çok güzel bir şey. Brecht’in şu sözü hep söylenir: “Sanatların en önemlisi birlikte yaşama sanatıdır.” Aldığım ödülü bu bakımdan önemli görüyorum. İnsana üstünlük getiren bir şey değil, insanları bir araya getiren bir şey olduğu için.
Son Duraktan Bir Önce / Cevat Çapan/ Yapı Kredi Yayınları / 64 s.
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Yeni Ortadoğu projesi eşbaşkanı
- Esad'a ikinci darbe
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- Türkiye'nin 'konumu' hakkında açıklama
- ‘Yumurtacı müdire’ soruşturması
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- 6 asker şehit olmuştu