Çokkültürlülük
Günümüzde çıkar ilişkilerine dayalı siyasalar üretildiği için ayrı din, dil farkı gözetilmeksizin uluslar birbirlerine yakınlaşmaktadırlar. Ne ki Müslüman ülkelerinin hemen hepsi kapalı toplumlar oldukları için Batı ile olan ilişkileri salt ticaret düzeyinde kalmaktadır. Batı’nın kültürünü tanımak gibi bir heveslerinin olduğunu sanmıyorum. Bakmak gerek bugün Avrupa’ya turizm için giden Müslümanlardan yüzde kaçı merak edip müzeler önünde oluşan kuyruklara girip müze ziyaretleri yapmışlardır ya da yapmaktadırlar. İlgilerini çekmez. Çekmez çünkü ülkelerinde o başyapıtları tanımak fırsatı kendilerine verilmemiştir. Bizde de öyle değil mi? Çok uzaklara gitmeye gerek yok.
Bugün edebiyat fakültelerinde okuyan gençlerimizin hiçbiri (sanat tarihi bölümlerine girenler dışında) Batı’nın o dev sanatçılarını tanımadan mezun olurlar. Nereden akıllarına gelsin, nereden bilsinler Leonardo’nun “Cenacolo” (Son Yemek) tablosunun önemini ya da Sistina Şapeli’nde Michelangelo’nun “İnsanın Yaratılışı” freskosunun resmedilmiş olduğunu. Liselerinde estetik dersleri okutulmayan bir ülkede, örneğin Türkiye’de, insanların sanat zevklerinin gelişmesini ve bu insanların Batı’ya gittiklerinde galeri ve müze eşiklerini aşındırmalarını beklemek düştür.
O zaman çokkültürlülüğe kapı açmak da olanaksızdır. Çünkü Batı kendi kültürünü estetik ve felsefe üzerine kurmuştur. Çıkış noktası akıldır ve aklın bezemesini de sanata bırakmıştır. Zordur bir Müslümanın bir Hıristiyanın dünyasına girmesi. Zordur çünkü bir din, resmi ve yontuyu, yani sanatı yasaklarken öteki, desteklemiş ve yön vermiştir.
1960’lı yıllardan beri Avrupa’ya yerleşik Türk insanının kaçta kaçının ülkenin dilini öğrendiğine bakmak gerek. İlk kuşak, daha bugün, elli yıl aradan sonra yalnızca Türk televizyonlarını izlemekte, bulunduğu ülkede para kazanmaktan başka bir şey düşünmemektedir. İkinci kuşak deyim yerindeyse “iki arada bir derede” kalmışa; son kuşak okullarında okudukları için yaşadıkları ülkenin dilini öğrenirken kendi anadillerini unutmuşa benzerler. İki kardeşin Türkçe değil, örneğin Fransızca kendi aralarında konuşmaları neyi gösterir acaba? Çokkültürlülüğün bir düş olduğunu göstermez mi? Avrupa Türkiye’nin çağdaş ilkelerini görmezden gelerek sözüm ona “ılımlı İslam” uydurmacasına kulak verip ülkelerinde tarikatların, cemaatlerin doğup serpilmesine izin vermişler ve İslamı, çıkar ilişkisine dayalı bu cemaat ve tarikatlar olarak düşünmüşlerdir. Bir başka deyişle, İslamı kimin ve nasıl temsil ettiğini irdelemek gereğini duymamışlardır. Ve bugün bunun pişmanlığını yaşamaktadırlar.
Ne ki önünü almakta zorlanmaktadırlar. Laik bir Türkiye’yi görmezden gelen Batı’nın daha çok başının ağrıyacağını düşünüyorum. Atatürk’ün laikliğini, demokrasi adına yok sayıp onu “katı laiklik” olarak tanımlayan Avrupa korkarım, gelecekte, ona gereksinim duyacaktır. Bugün için Avrupa’da otuz milyon Müslümanın yaşadığını ve dörtte üçünün o ya da bu nedenden ötürü tarikatların pençesinde olduğunu ve Müslüman toplulukların üretkenliğini, Avrupalının da çocuk yapmaktaki çekimserliğini düşünürsek, gelecekte Batı’nın değerlerini hiçbir zaman anlamamış ya da anlamak istememiş, bu nedenle neyin ne olduğunu bilmemiş Müslüman halkların Batı’ya egemen olacağını varsaymak yanlış olmaz diye düşünüyorum. Salt Müslümanlar da değil, Uzakdoğu’dan gelen ve Hıristiyan olmayan toplulukları da sayarsak. Onlarla da Batı’nın çokkültürlülüğü gerçekleştirmeleri uzak olasıklar olarak görünüyor.
En Çok Okunan Haberler
- Op. Dr. Dericioğlu başında poşetle ölü bulundu
- Suriyeliler memleketine gidiyor
- Yaş sınırlaması Meclis’te
- Marmaray'da seferler durduruldu!
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- Apple'dan 'şifre' talebine yanıt!
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Suriye'nin yeni başbakanından ilk açıklama
- ‘Hepinize test yapalım, bakalım kim ne kadar geçiyor!’
- Erdoğan'ı protesto eden gençlere işkence iddiasına yanıt