"Horozu Düşen Hayatı"ın şairi: Özcan Erdoğan
Uzun yıllardır dergilerde imzasına rastladığımız ve hazırladığı "Dâhiler ve Aşkları" ile "Tarihi Liderler ve Aşkları" adlı kitaplarla dikkat çeken ve 2000'lerde yazdığı şiirlerle kuşağındaki pek çok şairden ayrı bir yerde duran ve aynı zamanda İkaros ve Karşı yayınlarının yayın yönetmenliğini de yapan Özcan Erdoğan'la şiir ve hayatı konuştuk...
-Sevgili Özcan Erdoğan; ilk şiir kitabın “Horozu Düşen Hayat” İkaros Yayınları’ndan çıktı.. Nedir; “Horozu Düşen Hayat”?
Horozu Düşen Hayat; iktidara, otoriteye, şiddete, aşksızlığa, ölümün o kör, sağır metal soğukluğuna karşı alttan alta bir sabotajın, bir patlamanın kitabı, diye bakıyorum. Belki de bu bir kripto. Az yazmak daha çok da susmak herhalde.
Gerçekleri, belki oldukça katı, resmi ve artık tahammülsüz olduğu için sevmiyorum. Düşle, imgeyle, metaforla, bir bağ bozumu bu yaptığım; yıllanmış bir şarap tadı belki aradığım. Donmak üzereyken bir anda “köpüren güneş” oluyor; acıktığımızda “içinde güneş uyuyan/ taze bir ekmek”. Bir bakıyorsunuz bir başka yerde elimizden tutmuş “yalvacı da ozanı da ayağa kaldıran onun tozudur” diyen bir şiir. Düzen denen, yeterince bozuk ve karmaşık olan bu hayatı bozmak: bir başka ihtimal düzen: Kaos. Bunu da en iyi şiirin yaptığını düşünüyorum. Kaosun evrensel bir düzen olduğunu da düşünerek bakarsak Horozu Düşen Hayat’ı daha baştan yarısını okumuş olduğumuzu söyleyebilirim.
- Yazdıklarında kitabının adından başlayarak hayata dönük bir sürü gönderme var. Hayatla şiir arasında ne tür bir ilişki kuruyorsun ve söz konusu ilişki günümüz karşısında hangi anlamları sahipleniyor? Bağlı olarak günümüzde şiir yazanın hayata dönük algısında bir sorun olduğunu söyleyebilir miyiz?
Elbette şiir hayata, hayatıma dahil. Masa başı şiiri yazmadığımı düşünüyorum. Ama bu bir çırpıda olup biten bir şey de değil. Teknik olarak üzerinde çok yoğunlaşmayı gerektirdiği gibi, şiir bütün zamanlarla ilgili olduğu için, ister istemez masa başında olsanız dahi sizi belli bir imgeleme kavuşturmuş; o çocukluğunuz, gençliğiniz, aşklarınız, acılarınız bir yumak olarak orda o masa başında kâğıda eğilmiş oluyor. Aynı şekilde o anınız ve geleceğiniz de tüm anatominizle, düşünce yapınız ve düşlerinizle oradadır. Biraz düşününce, masa başında da olsa, aslında bütün hallerimizdir bize şiiri yazdırtan. Tabii buradaki samimiyet, içtenlik önemli; şiire aktarılan bazı duygu durumlarının biçim ve içerik yönüyle sentetik olmaması gerekiyor. Şiir yazanın; bir heyecanı aktarmanın, kimi yerde algıları bozmanın, yeni şeyler deneyip yaratmanın kaygısını sürekli olarak taşıması gerektiğine inanıyorum. Şiirimdeki duyarlılığa inanıyorum. Yaşadıklarımın hayatımdan şiirime birebir aktarımını göremeyebilir belki okur. Ancak birey olarak yazdığım şiirdeki acıyla, bunalımla, yalnızlıkla ve o devinimle alttan alta imgelemime bir şekilde yansımış olan olay ve durumların, şiirimin bir başka yerinde uç vererek bir patlamayla ortaya çıktığını düşünüyorum.
-Teknik ve biçimsel olana mesafeli ama düzensiz, hayatın insanın üstüne boşalan şiddetinden uzakta usul sesle, nerdeyse hiç heyecanlanmadan, bağırmadan, çağırmadan yazılıp söylenen şiirler bunlar.
Tabii şiirde poetik ve estetik kaygılar çok çok önemlidir. Bazen öyle bir sözcük ya da dize çıkıyor ki ortaya, onu yeni doğmuş bir bebek gibi aşkla kolladığım, adeta kutsallaştırdığım oluyor. Bunun için çoğu şeyi feda ettiğimi -ki bunun içine anlamı feda etmenin de girdiğini- özellikle belirteyim. Bahsettiğim sözcük veya dizeye olan bu anaçsal korumacılığımın bazen bütün bir şiiri, hatta biraz abartırsam Horozu Düşen Hayat’ın tamamını kapsadığını da söyleyebilirim. Belki bu şekilde bir yalvaç kitabına dönüşüyordur, ama bunun sorumlusu olarak tamamen kendimi görmüyorum. Çünkü “suçun miladı bir başkasıdır”. Sonuç olarak bu şiirler bir münzevinin sessizlik yeminidir kimi yerde. Belki de dille örülmüş sıkıca bir duvar ve harcında sessizlik gibi güçlü bir tutkal var. Tıpkı “dünya ayrılıkla tutturulmuş bir yerdir”de olduğu gibi, ben ayrılıkla bağlıyım insana ve evrene.. Burada tam bir disiplini reddetmek de söz konusu. Kaosu, daha çok bir evren düzenini kabul etmek belki de. Ses, biçim veya içerik o gelişe göre kısılıp kaybolabiliyor. Halen kitabın içinde olduğum için fark etmeyebiliyorum daha başka şeyleri. Ancak, üniversite yıllarımdaki okumalarımı, eylemlerimi düşününce; şiirimde alttan alta bağırdıkça sesi kısılan bir militanın olduğunu, birkaç arkadaşın şiirimle ilgili değerlendirmesinden yeni yeni fark ettim, diyebilirim. Bu nedenle bahsettiğin “hayatın insanın üstüne boşalan şiddetinden uzakta usul sesle, nerdeyse hiç heyecanlanmadan, bağırmadan, çağırmadan yazılıp söylenen şiirler” şeklindeki fikrine dolaylı da olsa katılmıyorum aslında. Şiir yazan birinin kendi şiiri üzerine konuşmasının ne kadar zor olduğunu tahmin edersin; etik olarak övgü ve yergiye yer bırakmadan bunu burada açıklamaya çalışmak da önemli. Bu nedenle bunu yine şiirlerin içinden bazı dize ve kesitlerle somut olarak sunmamın daha yerinde olacağını düşünüyorum. Örneğin, aşk en büyük devinimdir. Her insanın kendini o büyük dolaşımda fark etme halidir ve bunun şiirimdeki karşılığı (tam olarak olmasa da) “bir başka bileni yok gibi/ gelirken bana hep aşk/ su yürümüş kalkmıştır toprak/ olup bitene üstündeki gelinciğe” iken heyecanlanmadığımı iddia etmek mümkün müdür. Ya da bir başka örnek sunarsam: “o mağara yontusu o sinir yolcusu yanlarım/ çoğalan çağların hünerli kasları/ hep o üryan gövdemin sarındıkları” Evet şiddete, bağırmaya, çağırmaya pek fazla gerek kalmadığını düşünüyorum bu göstermiş olduğum vücut diliyle ya da anatomisiyle anlattıklarımdan. Yeri geldiğinde dikiliyorum da hem karşılarına: “kundağımı bozdum/ dilimi koydum dişlerimin yerine/ kevgirler mi, en dolu yanlarım/ her defasında kışkırtılmış soğanlar bıraktım kapılarına” Şiir okunduğundan itibaren okurunundur, yazanın değil. Bu durumda şiir yazanın, ki ben de öyleyim, bir heyecanı, öfkeyi aktarmanın, kimi yerde algıları bozmanın, yeni şeyler deneyip yaratmanın kaygısını sürekli olarak taşıması gerektiğine inanıyorum.
-Şiirlerin geçmişe dönük çağrışımlara açık olduğu kadar kendi ruhsallığını da üretiyor.
Şiirin doğasındaki o devinim, o çok değerlilik çok önemlidir. Ve şiirin olmazsa olmazıdır. Bu değeri sadece geçmişle de değil, geleceği de içine alacak bir bütün olarak koruyup yansıtabilmek önemli. Günümüzde bu pek öyle olmuyor. Günceli neredeyse birebir vermeye çalışmak ve bunu da şair duyarlılığı olarak ileri sürüp meclislerde boy göstermek oldukça revaçta. Bir yetersizlik işareti aslında. Güvenememe kendine, imgelemine. Hep bir kaygı, sağlama basma ihtiyacı… Boşluklardan, karanlıklardan, belirsizliklerden korkan bir şair hali var. Şiirin doğasındaki o özgürlüğü kendisine yakıştıramayan… Herkesin yerine de kendisi düşünmeye kalkan, % 100’e çalışan… Bilirsindir, güzel ve yerinde bir söz var “Lafın tamamı deliye söylenir” diye. Okuru düşünmeye çağırmak, yormak belki de, önemlidir. Çünkü siz de yorulmuşsunuzdur. Şiir sanatında yaratım çok önemlidir. Şiir biriciktir, en ufak bir dizesine, kullanılan sözcüğüne kadar o özgünlüğü sağlamak, kendi ruhsallığını da yaratmaktır.
-‘Horozu Düşen Hayat’ şehrin ( İstanbul) orta yerinde duruyor olmasına rağmen uzaktan uzağa bir doğululuk da yok değil.
Kitapta, hele de bu bir şiir kitabıysa direk olmasa da dolaylı olarak, ömrünüzün yarısını geçirdiğiniz yere has (Doğu) doku, ses ve renkler bir şekilde kendini hissettirir elbet. Horozu Düşen Hayat’ta otobiyografik öğelerin de bir şekilde kendini göstermesinin normal olduğunu söyleyebilirim. Burada Tunceli ve Malatya’da geçen çocukluğum başattır. Kurgu da olsalar, alegorik de kullanılsalar Mahmudeler, Neşideler, Yusuflar, Alkarıları vs. ömrümün bir yarısındaki bu muhataplarım şimdi anı defterimi karıştırır gibi bir bir karşıma çıktıklarını görüyorum. Doğrusu, bunların o kadar da farkında değildim ama sen sorunca böyle şeceresini çıkarıverdim birden. Tabii “Doğu” diyince gerek metinlerarasılık bağlamında, gerekse duygu değeri verilmesi anlamında şiirlerime dahil olmuş olan Samed Behrengi, Furuğ Ferruhzad ve Adonis gibi Doğunun o usta isimlerini de hemen anayım.
-Şehirle ya da mekânla kurduğun ilişkide “bahçe” ve “balkon” sanırım ayrı bir yerde duruyor.
Bahçe ve balkonun geçtiği, daha doğrusu, doğaya olan özlemin geçtiği şiirler diyelim, İstanbul’da yerin bir kat altında yaşadığım zamanlarda yazdıklarımdandı. Belki de bir özlem vardı (şiir bu, belki de başkalarının özlemiydi bu yazdıklarım) bahçeye, pencereye, doğaya; ama asla balkon’a değil. Çünkü daha Sezai Karakoç’un “Balkon” başlıklı şiirini okumadan çok evvel, çocukluğumda, yaşadığım bir acı vardı zaten. Komşumuzun küçük kızının yüksek bir binanın balkonundan düşerek gözlerimizin önünde feci şekilde can vermesi; halen o çocuk yüreğimin kalıcı yaralarından biri olup balkon dendiğinde aklıma hemen ilk gelenlerdendir. Bunun üzerine Sezai Karakoç’un şiiri de konulduğunda, duyduğum acının ve anlamının ne kadar derin olduğunu tahmin edebilirsin. Ama doğrusu, yaşadığım milyonlarca balkon dolu bu kente rağmen, bu balkonsuzluk özleminin beni İstanbul’un dışına çıkarmadığını da görebiliyorum. Gerekmedikçe balkonlara çıkmıyorum, rahatsız olduğum için mümkün olduğunca kalabalıklara da karışmıyorum. Piknik alanlarından da nefret ediyorum. Evimden çok, her an örümcek tutacak olan odamı seviyorum.
-Peki, ya ölüm?
Şimdi bakıyorum da kitap içerisinde aşkın, belki kırıntı kadar da olsa mutluluğun, sevincin olduğu yerde dahi illa ki ölüm kendini bir şekilde duyumsatmış. Ölüm-yaşam diyalektiği; ölüme yapılan vurgu arttıkça, ki bu vurgu ancak yaşayan tarafından yapılabildiğine göre; nabzın daha çok attığını, ömrün bıçaksırtında olduğunu, dolayısıyla yaşamın değerinin o ölçüde arttığını da işaret etmektedir. Yani bazılarının korkmasına hiç gerek yok, özellikle kitabın son bölümünde yer alan intiharlarla ilişkilendirmiş falan değilim henüz kendimi. Ortada hortlak falan da yok. Tamamen yaşama verilen değerden bahsedilebilir; bir yerde ölüme verdiğim değer de yaşama verilmiş en büyük ve sonsuz değerdir.
-Hayatı, yaşadığın acıları özellikle de şu başına sardığın İkaros Yayınları ile ilgili faaliyetlerini bundan sonra neler bekliyor ve bunlardan şiirin payına neler düşebilir?
Senin de çok yakından bildiğin gibi, İkaros Yayınları ile daha çok şiirin bugün düştüğü yerden kaldırılması için bir çabaya girişmiştik. Buna başlarken de öncesinde internet ortamında ırzına geçilen şiirin o kısılan sesini duymuş ve Şiir Penceresi ile bir müdahalede bulunmuştuk. Bu müdahalenin sanal ortamda kalmayıp matbu alanda bir şekilde kalıcı hale gelmesi gerekiyordu. Çünkü sorun sadece sanal ortamda kendini şair ilan etmiş ve de evine bir tek şiir kitabı sokmamış olan yüz binler değil; bugün basılan şiire ilişkin dergi ve kitapların, belli başlı isim yapmış şairler için bile ilgi odağı olmaktan yoksun olması, oldukça trajiktir.
Bunlara rağmen, çoğu yayınevinin ismini bile duymaya tahammül edemediği şiire ilişkin poetik kitap yayınını sürdüreceğiz. Bu durumda tecimsel kaygılardan mümkün olduğunca sıyrılmak için kolektif çalışmaları önceliyoruz. Bu tür kitapların finansman kaynağımız olduğunu da hatırlatayım.
Öte yandan Çiçeği burnunda bir yayınevi olarak Ekim 2009 itibariyle ilk kitaplarını okurla buluşturan Karşı Yayınları; anarşist düşüncenin katkı sunacağı, daha özgürlükçü bir soldan yana tavır koyan bir yayın anlayışına sahip olacak. Ağırlıklı olarak yeraltı edebiyatı, kültür, sanat, felsefe, tarih, din ve siyaset gibi konularda inceleme ve araştırma kitapları yayımlayacağımızı belirteyim..
Tüm bu çalışmalarımdan, şiirimin payına neler düşecek, dersen; şiirsizlik düştü/düşecek diyebilirim. Bu yoğun iş temposunun beni çok yorduğunu özellikle belirteyim. Bir yıldan beri bir tek şiir yazmış değilim. Horozu Düşen Hayat da unutmuşlara kendimi hatırlatmam oldu aslında.
-Eklemek istediklerin?
Bu söyleşi için ve de İkaros ile Karşı Yayınları’na vermiş olduğun o büyük destekten dolayı, çok teşekkürler.
En Çok Okunan Haberler
- Op. Dr. Dericioğlu başında poşetle ölü bulundu
- Suriyeliler memleketine gidiyor
- 500 bin TL'nin aylık getirisi belli oldu
- Yaş sınırlaması Meclis’te
- Marmaray'da seferler durduruldu!
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- Suriye'de herkesin konuştuğu ölüm listesi
- Apple'dan 'şifre' talebine yanıt!
- Erdoğan'dan işgale 'isimsiz' tepki
- Suriye'nin yeni başbakanından ilk açıklama