Kırmızıyı hiç sevmem

Kadınların içtenlikle kutlaması gereken bir gün bugün, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü... Ancak dünyada her 3 kadından 1'i şiddet görürken, bu anlamlı günü coşkuyla kutlamak ne yazık ki çok zor. Şiddetin ve kanın rengi 'kırmızı'yı ben bu yüzden hiç sevmem. İşte 'kırmızı'yı görmüş, yaşamış ve kurtulmuş kadınların yaşadıkları...

Kırmızıyı hiç sevmem
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 08.03.2009 - 07:22

"Annemin kanayan teniyle, renkleri öğrenmeden kırmızıyı, şiddetin rengini tanıdım o dört duvar arasında. Babama köle gibi boyun eğdiği, yaralı ağzıyla yalvarıp af dilendiği için ben de yaralandım ve sindim. İsyanı öğrenmem çok zamanımı aldı."

Bunlar İnci Aral’ın kaleminden; şiddeti görmüş, şiddeti yaşamış ve şiddetten kurtulmuş bir kadının sözleri. Sözler tek bir kadına ait olsa da, söylenenler tek bir kadının yaşadıkları değil.

Dünya nüfusunun yüzde 49’unu kadınlar oluşturuyor. Birleşmiş Milletler’in (BM) son raporuna göre bugün dünyada 3 kadından 1’i, yani yaklaşık 1 milyar kadın hayatlarının bir döneminde fiziksel şiddete maruz kalmış. Her 5 kadından 1’i ise tecavüze ya da tecavüz teşebbüsüne uğramış. Yine dünya çapında cinayete kurban giden kadınların yarısı da şimdiki ya da önceki kocaları veya da partnerleri tarafından öldürülmüş.

Türkiye’de de durum pek farklı değil. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nce hazırlanan ‘Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması’na göre, Türkiye’de her 10 kadından 4’ü aile içi fiziksel şiddete maruz bırakılmış. Kadınların yüzde 43’ü de duygusal şiddete maruz kalmış, yüzde 15’i ise cinsel şiddete. Araştırmanın yapıldığı 2008 yılına kadar yaşadıkları şiddeti kimseye anlatamayan kadınların oranı ise yüzde 48.

Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı, şiddetten kurtulmuş kimi kadınların deneyimlerini yazarların, antropologların, gazetecilerin ve feministlerin kaleminden bir kitapta topladı. Vakıftan ya da büyük kitapçılardan edinebileceğiniz ‘Şiddete karşı anlatılar’ isimli bu kitap, şiddetten kurtulup kendini yeniden var eden ‘güçlü’ kadınların yaşadıklarını gözler önüne seriyor...


Amaç sindirme, araç şiddet

Şiddet, erkeler tarafından ‘sindirme’ politikasının bir aracı olarak kullanılıyor. Muş’ta tutucu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen P. bu politikayı şöyle anlatıyor:

“Ablam hem babamdan, hem ağabeyimden dayak yiyordu durmadan. Ona yapılanları gördükçe çok kötü bir sinme psikolojisi içine girmiştim. Buna dayaktan da kötü demeye dilim varmıyor ablamı düşündükçe. Bu sindirme, kişiliksizleştirme psikolojisinin bir kadın için facia olduğunu çok sonraları anladım. Bilinçli mi yapıyorlar, hayır… O kültürün, o geleneğin, dinin, muhafazakarlığın sonucu.”

Şiddet sadece fiziksel değil, cinsel, psikolojik veya ekonomik de olabiliyor. Erkeğin gücünü kanıtlamak ve kontrol etmek için seçtiği her yol, şiddetin takındığı farklı maskeler sadece… Öfke boşaltmak ise şiddetin başka bir nedeni “Sen benim kum torbamsın” sözleri ise bunun en ‘güzel’ örneği…


Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak

Çoğu zaman genç yaşta evlilik, şiddetten kaçışın bir yolu olarak düşünülüyor. Ama evlenilen adam, ‘beyaz atlı prens’ olmuyor hiçbir zaman. Ne de olsa o da aynı koşullarda büyümüş, aynı çevrede yetişmiş. P. 15 yaşında evlenmesinin nedenini şöyle açıklıyor:

“O cahil kafamla evlenirsem baskıdan kurtulurum diye düşündüm herhalde, ama gideceğim adamı, evliliğin ne olduğunu düşünemiyordum tabi çocuk aklımla. ‘Yeter ki şuradan bir atayım da kendimi’ diye düşünüyordum. Yağmurdan kaçarken doluya tutuldum bir anlamda.”

‘Kocandır hem sever, hem döver’ ninnileriyle uyutulan kadınlar, bir gün uykularından uyandıklarında karşılarında çirkin kurbağayı bulurlar. Ve kadın çirkin kurbağayı öper, beyaz atlı prensine dönüşeceğini düşünerek, ama bizim kurbağa kurbağa olarak kalır…


Bedeni bir araç; ruhu zaten yok

Kadının bedeni bir araç olarak görülüyor, kendini tatmin aracı; ruhu ise zaten yoktur. Erzincanlı bir ailenin 8. çocuğu olarak dünyaya gelmiş Remziye, İstanbul’da bir gecekonduda büyümüş. Çalışıyormuş, okuyormuş, düşünüyormuş. Ama onun da sonunda payına düşen şiddet olmuş. Her gün yaşadığı şiddeti sorgulaması ise beraberinde daha fazla şiddeti hatta tecavüzü getirmiş. Taa ki o evden kaçana dek...

“Sokaktan geçen bir adamla cinsellik olmaz. Duygusuzdur. Sana her gün küfreden adamla da duygu olur mu? Ona nasıl bir şey hissedebilirim? Cinsel ilişkiyi istemiyordum, çünkü ben yokum ki o olsun. Önce benim olmam gerekiyor. Benim kişiliğim yok. Elimden alınıyor. Düşüncem yok, ‘hayır öyle düşünemezsin.’ Neyim ben? Cinsellik kullanma aracı. İstemiyordum. O zaman da hır gür dayak. En çok bu yüzden dayak yedim. 1994’te tecavüz etti bana. Tecavüzle birlikte dayak yedim. Kafamda çatlak oluştu” diyor Remziye.

Tecavüz sadece kocanın uyguladığı bir şey de değil. Babanın, akrabaların, kayınpederin tecavüzünü de yaşamış pek çok kadın. Hatta tecavüz, evliliğe zorlamak için aile tarafından ayarlanan pis bir tezgah kimi zaman. Bir de kocası tarafından seks işçiliğine zorlanan kadınlar var. Kadın dediğin et yığınından ibaret nasıl olsa; karınmış, kızınmış ne çıkar!

 

‘Eğitim şart’ın altındaki neden

Kadını eğitimsiz bırakmak, ya da eğitimli olsa bile çalışmasına izin vermeyip ekonomik olarak kendine bağımlı kılmak da baskının bir türü. Gürcistan asıllı Maria daha 17 yaşındayken sevdiği adamın peşinden Türkiye’ye gelmiş. Üniversiteye gitmeye hazırlanırken evlenince, eğitimine devam edememiş.

"Türk toplumunda şöyle birşey var: Adam dövecek de, sövecek de, kadın onunla yaşayacak, boşanmayacak... Onun için, çok kötü bir hale gelince, kadınlar boşanıyor ya da kaçıyor evden. Her gün dövülüp dövülüp öyle... Kadınlar gördüm, kafalarını duvara vurup vurup dövüyormuş kocaları... Ondan sonra, kadınlar çok zor durumda, çünkü eğitim seviyesi düşük. Ne iş yapacak? Ayrıldıktan sonra tabii zorlanıyor. Hiç çalışmamış hayatta. Kadının kendisini nasıl koruyabileceğini bilmesi çok önemli. Eğitiminin olması çok önemli.”

27 yıl boyunca kocasının şiddetine maruz kalan Firuzan, evi hep terk etmiş ama her seferinde de geri dönmek zorunda kalmış, çünkü ekonomik özgürlüğü yokmuş. O kadar çok şiddet yaşamış ki, kendine güveni "acaba onsuz yapamaz mıyım, yapamayacak mıyım" korkusuna dönüşmüş. Bu korkuyu yıkması ise kurtuluşunu getirmiş: “Para vermezdi, ondan para istemekten nefret ediyordum, ‘hiç olmazsa sigara paramı çıkartırım, kendime ait ihtiyaçlarımı alırım, çocukalarıma ufak tefek hani yapmak isteyip de yapamadıklarımı yaparım’ dedim. İşe gittikçe çok iyi olmaya başladım, kocam da onları fark ettikçe çıldırıyordu. Mali güç elime geçerse beni hiçbir şekilde durduramayacağını hissetti sanırım. Sonuçta öyle oldu.”

 

Örtünmek şiddetin mi bir parçası, özgürlüğün mü?

Bir kadının özgürlüğünü kısıtlamak da şiddetin saklı biçimidir. Bu kısıtlamanın bir aracı ise ‘kadını örtmek.’ Türkiye’de kimi kadınlar örtünmenin bir özgürlük olduğunu savunurken, kimi kadınlar ise zorla örtü altına sokularak özgürlüklerinin kısıtlandıklarını söylüyorlar. Doğma büyüme Mardinli, beş çocuk annesi C. de bu baskıya maruz kalanlardan: “Kızım örtünse... İstemem. Kendi de istemez, zannetmiyorum. Ben örtülüydüm Mor Çatı’ya geldiğimde, orada açıldım. Çünkü sürekli baskı içinde olduğum için. ‘Kapanacaksın, kadın dediğin kapalı olur, şöyle giyinir, böyle giyinir.’ Baskı içinde hiçbir zaman istediğim gibi giyinemedim. Baskıdan örtünüyordum, istediğimden değil. İstemiyorum hiç örtünmek.”

 

Güçsüzlüğünü saklamanın yolu: Güç kullanmak

Şiddet karşısında utanan hep şiddet gören kadınlardır. Kendi suçlarıymış gibi saklarlar herkesten... Oysa erkeler için bu bir gücün kanıtıdır. Hiç güçlerine gitmez ‘bir kadına el kaldırmak’, tam tersine övünürler onunla. Aslında bunu güçsüzlüklerinden yaptıklarını bilmeden...

Oysaki şiddet aslında kadının zayıflığının değil, erkeğin zayıflığının bir kanıtıdır. Şiddet uygulayan erkek, aslında kaybetmişliklerinin, yaşayamadıklarının, sahip olamadıklarının acısını kadından çıkarmaktadır. Ancak şiddetin sözcüklere döküldüğünde yaygın olarak kullanımı ‘dayak yiyen kadın’dır. Bu edilgen cümle yapısıyla ‘döven’ ‘erkek’in üstü örtülmeye çalışılmakta, adeta görmezden gelinmektedir. Oysaki ‘erkeğin dayak attığı’ gerçeği, fazlasıyla gerçektir.

Firuzan yaşadığı şiddetten kendini sorumlu tumasını şu sözlerle anlatıyor: “Şiddeti hiçbir kadının hak etmediğini hep düşündüm. ‘Şunu şöyle demeseydim, şu da öyle olmazdı’ gibi garip mazaretler bulduğum dönemler oldu. Daha sonra hep kendime öfkelenip, ‘Neden yani iki insan değil miyiz, o bir erkekse ben bir kadınım, konuşma hakkım, savunma hakkım, ya da benim de sinirlenme hakkım olmayacak mı?’ dedim. Ama bunun bu kadar bilincine gerçekten ayrıldıktan sonra Mor Çatı’yı tanıdıktan sonra vardım.”


Hayata sıfırdan başlanabilir mi?

P. şimdi kendini kurtaran o kadınlardan... Kendi deyimiyle hayata sıfırdan başlayanlardan... Her ne kadar yaşadığı acıları gömse de, yeni doğmuş bir bebeğinki kadar temiz olamıyor belleği. Ve o bellek hesap soruyor:

“Ben o yılların ölmüş yıllar olarak yasını tutup üzerinden geçiyorum...Ağladığım yıllar, geçmiş yıllar. Ziyan olmuş 30 yıl az değil. Koskoca üç insan meydana çıktı bu sürede; çocuklarım.Yıllarım başkaları tarafından talan edildi, çalındı. O kadar çok kanıksamışız ki; ‘senin gibi milyonlarca kadın var’ deniyor. Bir insanın hayatını almak ne demek o bitiyor, cinayete işleyene hapis veriliyor bu ülkede… Senin hayatını alıyorlar. Kim verecek bunun hesabını?”


Verilecek hesapların verildiği, ama daha da önemlisi, hesap vermeyi gerektirecek durumların yaşanmadığı bir dünya dileğiyle…

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler